30 Aralık 2010 Perşembe

DÜZENLİ HAYAT İÇİN TRENLERE BAKMAK YETERLİ



Lisans öğrencisi bir genç kız olan Gökşen ile doktora öğrencisi Ercüment konuşuyor: "Ercüment abi, sana imreniyorum. Her zaman ne yapacağını biliyorsun, bir planın oluyor.
Nasıl yapıyorsun bunu? Benim hayatım karmakarışık, ne yapacağımı bilmiyorum. Bırak ertesi günü, akşam için bile bir planım yok çoğu zaman." "Gökşen, hayatını düzenlemek konusunda ilerleme sağlamak istersen, trenleri incelemeni öneririm." "Ercüment abi, trenin ne ilgisi var şimdi?"
"O kadar çok ki, trenin en büyük özelliği illa ki, bir hedefinin olmasıdır. Raylarda yolcu almaya hazır bir trenin nereye gideceği bellidir. Amacı, hedefi belli olmayan tren olmaz. Hedefi olmayan trenler, depoda bekler, yerinde sayar. İnsanlar da böyle. Hedefi yoksa öylece zaman geçirirler, yerlerinde sayarlar. Raylar, trenin hedefine ulaşırken takip edeceği izlerdir. Her insan kendi hedeflerine ulaşabileceği bir yol, bir iz geliştirmeli. Biliyor musun girişimcilik kurslarında, girişimcilere öncelikle iş planı yazdırırlar. 'Hedefin ne?' ve ‘Oraya hangi yoldan gideceksin?' sorularının cevaplarını belirginleştirirler. Trenlerin her zaman ulaşmayı öngördükleri bir son istasyon vardır. Bir de durdukları ara istasyonlar. Ben kendime ulaşmak için bir ana istasyon seçtim. Bu istasyona giderken de ulaşmam gereken ara hedeflerim var. Günlük, haftalık olarak sürekli o ara hedeflere ulaşıp ulaşmadığımı kontrol ediyorum. Tıpkı trenin her bir ara istasyondan geçerek varış istasyonuna yaklaşması gibi, ben de ara hedeflerime ulaşarak büyük hedefime yaklaşıyorum. Trenlerin çok çok önemli özelliklerinden biri de, bir programlarının olmasıdır. Yani ana hedefe hangi gün hangi saatte ulaşacakları bellidir; hangi ara istasyonda saat kaçta olacakları da bellidir. Hatta yolcular bilmese de, hangi istasyondan yakıt alacağı, su alacağı, erzak alacağı da bellidir. İnsanın da böyle bir programı olması, çok kritik. Birçok insan, kendi hedefleriyle ilgili zaman programı yapmıyor. Trenler, bazen gecikmeli gider; ama sonunda giderler. Gecikmeler de hiçbir zaman trenin toplam ulaşma süresinin üç katı değildir. Birçok örnekte gecikmeler yüzde 10'un altındadır. İnsanların da program yapanları, hedeflerine küçük gecikmelerle ulaşıyor.
Bir de planın varsa zamanı gelince gidersin. Trenin bir kuralı vardır. Yolcular zamanında gelse de gelmese de tren istasyondan zamanında kalkar. Günlük hayatta da böyle olmak lazım. Televizyon mu seyrediyorsun, arkadaşınla mı sohbet ediyorsun? Çalışmak için ayrılma vakti geldiyse gelmiştir. Bir de belirginlik harika bir şey, örneğin programın varsa ders çalışma işinin ne zaman biteceğini de bilirsin. Eğlenmenin de programı var. Ekspres trenler ve her istasyonda duran trenler var. Kimisi ana hedefine konsantre olur, ona tek bir adımda ulaşabileceğine inanıyorsa tek bir adımda gider. Kimisi de emin adımlarla, her ara istasyonda durarak ilerler. Bu biraz da kaynak, taşıma ve yol imkanlarıyla ilgili. Yani sen bin kilometreyi gidecek yakıtı depolayabiliyor musun ya da yol boyunca alabiliyor musun? Senin hızlı gitmene uygun yol yapısı var mı? Virajlı bir yolda çok hızlı gidemezsin çünkü. Hız sınırı var mı? Üniversiteyi bir yılda bitirmek istesen de, birçok örnek de üç yıldan önce bitmiyor.
Tren makinistinin en önemli görevlerinden biri ufkuna bakmaktır. Yaklaşan ya da yaklaştığı tehlikeleri görmektir. Bir trenin önüne insan çıkabilir, bir hayvan çıkabilir ya da bir araç çıkabilir. Bir köprü yıkılmış olabilir. Bir tünelin ucunda toprak kayması olmuş olabilir. Makinist bütün bunlara göre ya hızını yavaşlatacak, ya duracaktır. Her insan da hayatta ilerlerken, önüne bakmalı ve duruma göre gerekli kararları almalı."
03.04.2005
Alıntı

13 Aralık 2010 Pazartesi

SUNUM ATÖLYESİ

Bir müddet önce aralarına katılmış olduğum Türkiye Uğur Böcekleri projesinin Eğitimcinin Eğitimi'nden sonraki ikinci aşamasına geçmi olmanın haklı gururunu taşıyorum. Bu nedenle Sunum Atölyesine davet edildik. 12/12/2010 günü sunum atölyesine katıldım. Çok verimli bir eğitimdi. Orada bizden önceki arkadaşların deneyimlerini ve yorumlarını dinledik. Hepsi çok fedakar ve gözleri ışıl şılı arkadaşlardı. Daha sonra benim gibi gönüllü arkadaşlar canlı neşeli kıpır kıpır insanlardı. Ben katılmaktan çok keyif aldım ve umuyorum ki bu birlikteliğimiz devam edecek. Bana yaşattıkları güzel bir gün için kendilerine teşekkür ediyorum. Aşağıdaki resim Eğitimcinin Eğitiminde çekilmiştir.

7 Aralık 2010 Salı

YAŞAMA SEVİNCİ!!


Hayatta bu kadar mutlu olmayı gerektiren şeyler varken
Üzülmek niye, kendimize eziyet çektirmek niye
Bir düşünün sizi mutlu edebilecek ne kadar çok şey var
Bir bebeğin gülüşü, sevdiğiniz insanın sizi sımsıkı sarması
Annenizin şefkatli kucağı
Daha yüzlerce küçük olay sizi mutlu edebiliyor
Hayatı sevin, her dakikanızı, her saniyenizi doya Doya yaşayın
Çünkü hayat ulaşılmak istenen bir yoldur ve
Bu yolun uzunluğu hiç bilinmez , siz bu yolda ilerlersiniz
Karşınıza bir engel çıkar , siz bu engeli aşıp
Yolunuza devam edersiniz,
Yada, bu engeli aşamazsınız
Ve bu sizin yolunuzun sonu olur yani ÖLÜM
Hayatınızın anlamını, ölümden dönen bir insana sorun
Yada ölmeyi bekleyen
Yaşamdan hiçbir umudu olmayan bir insana sorun
O zaman düşünün !! ,Değer mi üzülmeye
Bu güzelim hayatı doya doya yaşamak varken
Artık üzülmeyi bırakın ve GÜLÜN !!!!

Evet hayat iyi yada kötü devam ediyor. Yaşama sevincimiz olsada olmasada hayat geçiyor. Madem geçiyor onu en iyi şekilde değerlendirip dostu sevindirerek düşmeni ağlatmlaıyız.

22 Kasım 2010 Pazartesi

İŞ KALİTESİ


Öncelikle geçmiş Kurban Bayramınızı kutluyorum.
Bir sürü feci trafik kazası, çokça kurban yaralanmaları, bol bol et yemelerle geçmiş bir bayram oldu sanıyorum. Tabi bayram gezilerini unutmamak lazım...
Ben bu bayramın nasıl geçtiğini pek anlamadım. Koskoca 9 gün tatil demiştim öncesinde ancak bugün biteli 1 gün oldu nasıl geçti pek anlamadım. Yorgunum şimdilik :) Öyle çok kişiyi ziyaret etmedim. Çok kişiyi aramadım. Çok mesaj atmadım ama yinede geçti. Daha önce görüşmediğim bir kaç arkadaşımla görüştüm. Güzel sohbetler oldu. Verimli idi. Köydeki bağımıza gittim. Ona güzelce olabilecek derecede bakım yaptım. Tabiki yardımcılarım vardı yada as oyuncular. Ama bende ordaydım yani :)
Asıl konumun kahramanı bunlar değil tabiki. Bir devlet bankasına gittim sabahtan, işlemlerim vardı bir kaç. Girdim bankadan içeri o ne kalabalık aman Allah'ım dedim. Sıra veriyorlar bana gelen sıra 177 sabah 9 :) Derken benim sıra ile işim olmayacaktı kapının karşısındaki masaya yöneldim. Orada da sıra var ama çok değil en fazla 7 kişi felan. İşte bir arkadaşı gördüm onunla ayaküstü konuşuyoruz derken sıra geçti. Bana bir kişi kaldı. Amca sanırım 65 yaşında felan var evrak dolduruyor. İçimden dedim ki "ihtiyarlayın ca bankaya gelme sakın" o kadar yavaş ki masadaki bayan bir sürü işini bitirdi hala yazıyo imzalıyo amca. Yagılamıyorum sakın yanlış anlamayın ama yani işte ölesine aklıma geldi. O esnada köylü bir vatandaşımız geldi. "Benim bankamatik para vermiyo bloke olmuş diyo ben maaşımı bile almadım daha 700 tl maaşım duruyo" diyor. Arkadaşımız da diyor ki "bloke diyorsa borcundan ötürüdür." köylü arkadaş sesin volumünü yükseltmek süretiyle "benim kredim felan yok kardeşim" diyo. Derken "işiniz varsa sıranızı bekleyin ilgilencem beyfendi diyor arkadaş" yan masadan bayan işi olanlar gelsin diyo. Bizim itiraz sever vatandaşımız o yana kayıyor bu tarafta öncelik sırasını kapamadı. Diğer yana geçti. Ben kıl oldum adama tabir caizse orada da " benim kart bloke olmuş, borcum felan yok. Nasıl oluyo bu yahu" diyo ekliyor " dilekçe vercen, almıcam bu bankadan maaşı dicen yav ne bu çektiğimiz. paramızı alamıyoz yav" diyo. Masadaki bayan olayı çözmeye çalışıyor konuşuyor ama masadaki müşteri geçsin diyo bi. Sonrasında dayanamıyor alıyor kartı bakıyor. Sen "kimsin" "felanca", "şunu tanıyon mu" "evet." "kim", "bekçi" bu kart bekçinin beyfendi o gelsin alsın parayı" diyo masadaki bayan.Çok bilmiş itirazsever kişide "ben kartı nasıl bulcam benim değilse, Allah benim kart nerde acaba" diyo uzaklaşarak. Ban kalırsa kuyruğunu kıstırarak dicem. Bu olay benim sinirimi zıplattı ama ben iyi zaptettim :)
İşin aslına gelelim... Zor iş insanlarla uğraşma vesselam.
Benim muhatap olduğum bayandan bahsetcem ben asıl bayan ufak tepek, birisi, gözlerinde pırıltı, işine hakim, olaylara hakim, insanlarla diyalogu iyi, öyle kızmıyor pek fazla, o köylü vatandaşa bile dayandı yani güler yüzle davrandı ama ilgisizliğini ve rahatsızlığını belli etmişti anlayana tabi ama vatandaşımızda iyi anladı o tavrı ki diğer masaya kaydı :) Bu tip kişilerle pek karşılaşılmıyor bankalarda yada toplu hizmet verilen yerlerde. Dedim çıkıyor demek ki çıkarken de teşekkürle ve bu bahsettiklerimin kısa özetini yani iş kalitesinin, enerjisinin devamında daha güzel yerlere gelmesini temenni ettiğimi dile getirdim...
Bir kişi nelere neden oluyor, en basitinden bloguma bir karalama yapmama neden oldu bile baksanıza...
Bu tip kişilerin çoğalmasını diliyorum...

OĞUL


En büyük insanların sahip olduğu nimetlere; iki kola, iki ele, iki göze ve bilge olmana yardım edecek bir beyne sahip olduğunun farkına var oğlum. İnsanlar bu donanımla başladılar ve 'yapabilirim" dediler. Onları incele; bilge ve yüce olanlar, senin kullandığın kaplardan yemek yer, benzer çatal ve bıçakları kullanır, ayakkabılarını bağlar, dünya onları yürekli ve akıllı görürler.
Yola koyulduklarında sahip oldukları her şeye sen de sahipsin. İstersen sen de başara¬bilirsin, galip gelebilirsin. Seçeceğin savaş için yeterli donanımın var, kullanacak kolların, ellerin ve beynin var. Büyük işler başarmış kişi¬ler de yaşamlarına senden daha ileride başla¬madılar. Yüzleşmen gereken engel kendindin, yerini seçmesi gereken sensin; nereye gitmek istediğini, ne kadar öğrenim göreceğini ve hangi gerçeği bulmak istediğini kendin seçmelisin.
Tanrı seni yaşam için donattı, ama sana ne olmak istediğine karar verme olanağı tanıyor. Yüreklilik insanın ruhundan gelmeli, insan kazanma arzusunu yüreklilikle bezemeli. Öyleyse oğlum, büyük insanların başlangıçtaki M durumlarından bir farkın olmadığını anla; onlar da senin sahip olduğun donanımla yola çıkmışlardı. Gücünü toparla ve "yapabilirim" de."
Edgar Guest

14 Kasım 2010 Pazar

Hırs Tuzağı ve Ertelenen Hayatlar

Bu yazı bana çok şey öğretti. En önemlisi hayatı ertelememeyi...



Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde iki-üç katlı, kabası bitmiş, sıvasız, alt katında oturulan, üst katların pencere ve kapıları takılmamış evler görürsünüz. Bitmemiş, belki de hiç bitmeyecek olan bu evlerde oturan insanlar ellerindeki mev¬cut imkânlarla bir kat evi bitirip tam yerleşmek ve rahat etmek varken, neden yarım kalmış iki üç katlı evlerde eğreti bir hayat yaşarlar? Çünkü daha fazlasına sahip olduklarında rahat edeceklerini ve mutlu olacaklarını hayal ederler. Daha fazlasına sahip olma hırsı ve buna bağlı mutluluk hayali, dünyanın insa¬noğluna hazırladığı acı bir tuzaktır.
Önemli olan sahip olduklarımız değil, bunları nasıl kullandığımızdır. İnsanların çoğu ellerindekiyle yetinmeyip daha fazlasını istedikleri için, durmadan çalışır, kendilerine ve sevdiklerine vakit ayıramazlar. Sahip olduklarının sefasını süremeden, arkalarından yarım kalmış işler, yarım kalmış hayaller ve yarım kalmış bir hayat bırakarak bu dünyadan göçüp giderler.
Erteleme Sendromu
Kiralık evde oturan, üç-dört senelik evli çiftler düğün ve eşya borçlarını bitirdikten sonra tam rahat edecekleri zaman banka kredisiyle araba alır, tekrar borç altına girer, her ay taksit ödemek zorunda kalırlar. Bu arada çocuk sahibi olmuş, masrafla¬rı daha da artmıştır. Taksitleri ve faturaları ödedikten sonra maaştan artan az bir parayla ay sonunu getirmeye çalışırlar. Taksitler bitinceye kadar araba¬nın sefasını süremez, seyahate çıkamaz, dışarıda yemek yiyemez, sosyal ve kültürel etkinliklere katılamazlar. Erteleme ile teselli bulurlar: "Şu arabanın borcu bir bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz." Arabanın borcu biter, ama hayaller bitmez. Sırada ev sahibi olma hayali vardır. Bir-iki sene para biriktirir, biriken parayı peşinat yapıp yine banka kredi¬siyle taksitleri kim bilir kaç sene sürecek bir borcun altına girerek daire sahibi olurlar. Ertele¬me devam eder: "Şu evin borcu bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz. " Yıllar sonra dairenin borcu biter; ama çocuklar büyümüş, üniversiteye başlamış; masrafla¬rı artmıştır. Memur ve işçi maa¬şıyla üniversitede çocuk okut¬mak kolay değil: "Şu çocuk/çocuklar üniversiteyi bitirsin, iş sahibi olsun, bak nasıl rahat edeceğiz..."
Çocukların üniversite bitir¬mesi iş sahibi olmayı garanti etmiyor. Yüksek lisans yapa-caklar, yabancı dil öğrenecek¬ler, erkekler askerlik yapacak. Askerlik dönüşü iş arayacaklar.
Anne baba erteleme ile tesel¬li bulur: 'Şu çocuk/çocuklar, hayırlısıyla bir iş bulsa rahata kavuşacağız. Çocuk/çocuklar, iş bulduğu gün ailede büyük sevinç yaşanır. İş sahibi olan genç, ilk maaşıyla anne babaya ve aile büyüklerine hediyeler alır. Senesi dolmadan iş sahibi olan gencin/gençlerin evlenme hazırlıkları başlar. Nişan, nikâh, düğün masrafları, ev eşyası az parayla olmaz. Modern hayat, beş kalem olan zaruri ihtiyaç¬tan beş katına çıkarmış. Genç daha yeni işe girmiş. Anne baba desteği olmadan masrafların altından kalkamaz. Gençleri evlendirmek de anne babanın görevi... Anne baba olmak ne zor şeymiş.
Adam, eşini teselli eder: "Şu çocuğu/çocukları hayırlısıyla evlendirsek; sırtımızdan büyük bir yük kalkmış olacak. Ondan sonra emeklilik dilekçemi verir, emekli olurum. Küçük bir sahil kasabasına yerleşir, emekli maa¬şımla gül gibi geçiniriz.'
Bir gün emeklilik hayalleri kuran yaşlı babanın iş yerinden acı haber gelir: "Kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırıldı, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yumdu." Eşi, duyduğuna inanamaz. "Yıllar ne çabuk da geçiyormuş..." der içinden. "Oldu mu bey? Hani emekli olacaktın, bir sahil kasabasına yerleşip emekliliğin tadını çıkaracaktık."
Zafer Dergisi

11 Kasım 2010 Perşembe

VÜCUDUNUZ SİZİ ELE VERİYOR


Emekli FBI ajanı Joe Navarro (57), 25 yıllık kariyeri boyunca elde ettiği deneyimlerden yola çıkarak vücut dilinin şifrelerini açığa çıkardı
“İnsanları Okumak” adlı bir kitap yazan Navarro, beden dilinin insanların karakterleri ve düşündüklerine dair neler söylediğini anlatıyor

OTURMA BİÇİMİ
- Yayılarak ve geriye doğru yaslanarak oturmak: Kişinin özgüveni yüksektir ve taleplerini açıkça gösterir.
- Eller dizde: Kişi stres altında ve gergindir. Sakinleşmek için ellerini dizlerinin üzerinde sabitler.
- Bacakları sandalyenin ayaklarına dolamak: Aniden bu hareketi yapmak korku, kaygı ya da gerginliğin işaretidir.

YÜZ VE EL
- Boyna dokunma: İnsanlar duygusal bir rahatsızlık, şüphe ve belirsizlik durumunda farkında olmadan sık sık boynuna dokunur.
- Gözleri kapamak: Kötü bir haber ya da tecrübe durumunda genellikle gözlerimizi saklanmak için kapatırz.
- Boynunu sıvazlamak: Boyun altındaki sinirler kalp ritmini yavaşlatmaya yardımcı olur. Böylece stresten kurtulunmaya çalışılır.
İLETİŞİM
- Geriye doğru eğilmek: İnsanlar genellikle birbiriyle fikir ayrılığına düştüğünde ya da birbirinden hoşlanmadığında bunu yaparlar.
- Yarı dönmüş pozisyon: Sizinle konuşan kişinin bir ayağı başka tarafa dönükse aslında az önce söylediği şeyden başka bir şey düşünüyor ya da istiyordur.
- Bacaklar çapraz: Bir konuşma sırasında iki kişi de ayaklarını çapraz yapmışsa birbirlerinden hoşlanmışlardır ve kendilerini iyi hissediyorlardır.

DURUŞLAR
- Bacaklar çarpı şeklinde: Bu şekildeki bir kişi kendini rahat hissetmektedir, yaklaştığınızda bundan mutlu olur.
- Kollar bağlı: Bu kişi savunma durumundadır ve streslidir. Karşısındaki kişiyle konuşmaya kapalı olduğunu gösterir.
- Ayaklar farklı yöne doğru: Sizinle konuşuyor ama ayakları farklı yöne bakıyorsa bu başka bir yere gitmek istediğini gösterir.

ELLER
- Baş parmaklar havada: Bu pozitif düşünceleri gösterir. Negatif düşüncelerin hâkim olduğu esnada parmaklar aşağı doğru bükülür.
- Parmakları açarak birleştirmek: Parmaklar gergin bir biçimde öne doğru uzanmış ve uçları diğer elin parmak uçlarına dokunuyorsa bu özgüvenin ve bağımsızlığın göstergesidir.
- Elleri sıkmak: Ellerini sıkan kimse çok heyecanlı ya da streslidir. Özgüven eksikliğine işaret eder.

MİMİK
- Dudakları içeri kıvırmak: Dudaklar görünmeyecek şekilde içeri bükülmüşse kişi çok streslidir ve özgüveni azdır.
- Yanakları şişirmek: Stresten kurtulmak ve sakinleşmek için derin nefes alınır. Genellikle kötü bir mesajdan sonra bu olur.
- Baş eğik: Eğik bir baş ve açık bir yüz karşısındaki kişiyi sevdiğini gösterir, yüzü tamamen açıksa heveslidir.
Aktifhaber

HAYAT

Evet hayat zafer değil, savaştır diye başlayan bir yazı var önümüzde. Güzel, güzel olduğu kadar akıcı ve ibret dolu bir yazıyla karşı karşıyayız. Ben sözü uzatmadan yazıyla sizleri başbaşa bırakıyorum...

“Hayat zafer değil; savaştır.”


Şerefle bitirilmesi gereken en önemli ve en ağır vazife hayattır bence. İnsanın iznine tabi tutulmaksızın ona bahşedilen bu cevher, acaba kaç kişinin elinde iyi bir sonla bitmiştir? Bu küçücük şeylerden oluşan demet, kaç kişiyi kokladığında mesut, bahtiyar etmiştir? Silgi kullanmadan resim çizme, kalem kullanmadan yazı yazma sanatını kaç kişi, hakkı ile icra edebilmiştir? Ve kaç kişi, özüne ve verdiği sözüne uygun olarak kanatlanmıştır ukbaya?...

Zamanın ve zeminin kayganlaşıp ayakta durmanın gerçekten güçleştiği zamanımızda, hayatını iyi anılarla doldurmuş, merdivenin basamaklarından çıkarken karşılaştıkları insanlara, inerken de karşılaşacağını düşünerek iyi davranmış, onu bir hikaye olarak değerlendirip, uzun olmasından ziyade, iyi ve doğru olması için çırpınmış, herkes hayatın kısalığından şikayet ederken, her anını ilmek ilmek işlemiş, gergef gergef dokumuş, “nimetlerine” kavuşunca fazla sevinmemiş, “mihnetlerine” tutulunca da fazla müteessir olmamış, insana emanet olarak verilen bu değere ihanet etmemiş, mücadelesiz geçen kişilerin hayatının, tabutun tahtası çürümeden esamesinin okunmadığının farkına varmış insanları, iyi örnekler olarak, bulup ortaya çıkarmak, “idol” olarak sunmak herkesin görevi olmalı değil midir?

Aslında değer verilmesi gerekenler varken; değer, başkalarının elinde oyuncak olmuştur. Hayal edilen, özenilen, yakalayabilmek adına canlar feda edilenler, gerçek anlamda olması gerekenler olsaydı; toplum olarak maruz kaldığımız hastalıkların tedavisini de aramayacaktık. Utanmak, saygılı davranmak, kalp kırmamak, herkesi sevmek, özür dilemek, kötü alışkanlıklara bulaşmamış olmak gibi önemli insanların yapabileceği meziyetler, bir bakıyorsunuz, kendilerini toplum mühendisi yerine koymuş ucubeler tarafından alaya alınıyor, küçümseniyor, insanlara olumsuz örnekler olarak sunuluyor. Baş tacı olarak bakılması gerekenler; ayaklar altına alınıyor. Bu ülkenin güzide insanları zenci muamelesine tabi tutuluyor.

Hayatı kaybetmekten daha acı olan; yaşamanın, anlamını kaybetmesi değil midir? Hepimiz daha iyi, mutlu, kalkınmış, çağdaş olarak yaşamak istiyorsak, içimizdeki veya içimize sokulmak istenen kötü düşünceleri yıkmamız gerekmektedir. Bizi tüm renklerimizle, tüm desenlerimizle, tüm değerlerimizle, tüm fikirlerimizle tarihin çöp sepetine atmak isteyenlerin oyunlarını daha ne zaman fark edeceğiz? Evlerimize kadar girmiş olan iletişim araçlarından bize uygun olanlarını seçip, uygun olmayanlarını protesto etmeyi ne zaman öğreneceğiz? Ve kendimizi çağın kilometrelerce önüne taşıyabilecek ilimlerimizi ne zaman çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden öğreneceğiz ve bunu en öncelikli görev olarak bileceğiz? Paranın köleliğine isyan edip, özgürlük bayrağını en önde taşımak için ne zaman yarışacağız? Kurtarıcı beklemenin ham hayal olduğunu, hepimizin ancak birleşerek kurtulabileceğini ne zaman fark edeceğiz? “Birlik her kuvvetin üstünde bir kuvvettir.”, deyip ayrılık ve aykırılık tohumları serpmeye çalışanları ne zaman boğacağız? Geçmişte görüldüğü gibi sömürmeden, ezmeden, yağmalamadan tarih yazmaya aday bir toplum ne zaman olacağız?

Ey yolcu?.. Artık pineklemekten, atalet göstermekten, korkaklıktan, cahillikten kurtulmanın zamanı geçmiyor mu sence? Daha hangi zamanı bekliyorsun? Senin asıl vazifen tüm dünyayı bir gül bahçesine çevirmek değil miydi? Hayatım bitti bitmek üzere; artık: “Çocuklarım yapar.” düşüncesini derhal terk et! Bir eline sevgi, bir eline kardeşlik kılavuzunu al. Emin ol, senin önünde dünyanın en kesif zinde ve derin güçleri bile duramayacaktır.

Aldığımız her nefesin ne kadar önemli olduğu düşünerek attığımız her adım, bize hayatın ne kadar anlamlı oluğunu hissettirecek; ölümden sonraki hayatın inşasını, en ince teferruatına kadar yaptıracak, geçen zamanı sevgiliyle buluşma anı olarak kabul edip bir an önce bitmesi için dualar ettirecektir. Her seste, her nefeste, her renkte, her adımda, her harekette hayatın aktif öznesi olacak olanlar, davranışları ve yaşayışları hayretler içinde gözlenenlerdir. Onlar, hayatı yeniden anlamlandırma gibi ağır bir sorumluluğun altına hiç çekinmeden giren, alnından öpülesi yiğitlerdir...

Yazar Kazancakis, bir ihtiyara: “Neye bakıyorsun?” diye sorduğunda, ihtiyar adam gözlerini akan sudan ayırmadan şu cevabı verir:

- Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma.

“Hayat bir ağaç gölgesinde bir saatlik uyku gibidir.” hala ne duruyorsun, bak seni bekleyenler var...

Hayat, bir gecelik düşe benzer,
Hayat, sahte gülüşe benzer,
Hayat, ölmeden ölüşe benzer,
İnanma söylenen yalan şarkılara...
Hayat sahile dönmeyen sandaldır bence,
Hayat, sabaha maşuk gecedir bence,
Hayat, dudakta titreyen hecedir bence,
Yanılma, her günü parlak ışıklara...
Zekeriya Elifoğlu - Sana Yazdım

7 Kasım 2010 Pazar

SÜPERMEN VE UĞURBÖCEĞİ

Yine güzel olduğunu düşündüğüm bir kitap tavsiyesi ile karşı karşıyasınız. Ahmet Şerif İzgören'in Süpermen ve Uzğurböceği isimli kitabı. Ben çok beğendim ve bir solukta okudum. Ne mi var? Böle yüksekten atan kişisel gelişimcilere sanırım atıf var ve kendisinin kurucularından olduğu TUP projesindeki değerleri anlatan bir kitap.
Okumanızı şiddetle tavsiye ederim .ÇAbuk bitecek bir kitap.



Kitaptan alıntılar:
Benim seçimlerim.
Aslında kendimle ilgili olumsuz örnek vermek hata, ama olsun, ondan da öğrenecekleriniz olduğunu biliyorum.
Bu işi yapanlar hiç hata yapmazlar; okuyun kitapları dinleyin seminerleri süper adamlar göreceksiniz
Adamın her yaptığı süper.
Numara şu; adam dereye düşse, olayı "Geçenlerde arkadaşlarla rafting yapıyoruz” diye anlatıyor.
Benim hatalarım çoktur.
Hem kitaplarımda hem seminerlerimde anlatırım.
Bu kitapta kendimle ilgili tek olumlu örnek ya da övgü yok.
Kitabın özünde söylediğim "Sınırsız iyilik yapın, yerli Polyannagiller olun" değil.
Kırmızı ışıklarda dilenci örgütlerinin olduğu bir ülkede; onları arabasına alan insanları öldüren otostopçuların beş yılda cezaevinden çıktıkları bir ülkede "Kaz olun, herkes sizi yolsun" demiyorum.
Ama şeytan da olmayın.
Bu ülkenin çoğunluğu birbirine yalan söylüyor.
Kara para işlerine geliyor.
Her an rüşvet alırlar, her an çalabilirler.
Siz inkâr edin, bu ülke yolsuzluk sıralamasında dünya dördüncüsü.
Geçen, "Dünya 77.'si" diye bir haber çıktı; emin olun, onu rüşvetle ayarlamışızdır; dünya dördüncüsüyüz.
Bakın, bu ülkede insanlar sizin en üzüntülü ya da en sevinçli anlarınızda size destek veya ortak olmak yerine sizden para koparmaya çalışırlar.


BİFA HAKKINDA
Ali Alanya, senede bir kere Karaman'a seminere mutla¬ka gelirim. BİFA'nın benim gönlümde ayrı bir yeri vardır. Ülkeye, eğitime, öğrencilere, çevreye karşılıksız yatırım yapar, hiç reklamlarını yapmazlar. BİFA'nın 100 katı pa¬ra kazanan kurumlar, onların ülke insanına yaptıkları ya¬tırımın binde birini yapmaz. Gelince mutlaka elini öpmek isterim.

YAŞAM SEÇİMİ

Yine yeniden merhaba. Güzel ve faydalı olduğunu düşündüğüm bir yazıyı daha sizlerle paylaşmaktan gurur duyarım.
Hayatta her zaman seçimlerle karşı karşıyayız. Bunun farkında mıyız? Yada yaptığımız seçimlerin doğuracağı sonuçlara katlanacak gücümüz var mı?
Zevkle okursunuz dilerim.


Kendi İstediğiniz Gibi Bir Yaşamı mı, Yoksa Zorunlu Olduğunuz Bir Yaşamı mı Yaşıyorsunuz?
Çoğumuz kendi istediğimiz, seçtiğimiz ve bizi mutlu edeceğini bildiğimiz değil, "mecbur" olduğumuz, bize "uyan", ihtiyaçlarımızı ve en basta "güven ihtiyacımızı" karşılayacağına inandığımız yasamlar sürüyoruz. Ve hepimizin aklinin kösesinde o koyduğu rakama ulaştığında yapacağı değişiklikler, alacağı kararlar var.
İnsanlar kısa süreli acılara ve belirsizliğe katlanmamak için süresiz mutsuzluğa katlanmayı seçiyorlar.
Olay 1: (Not: Bütün isim ve kimlikler değiştirilmiştir)
Geçen gün 33 yaşında, eski bir bankacı ve yönetici olan danışanıma, Berrin'e yaşamında mutlu olmak için ne istediğini sordum: "55-60 yaşıma geldiğimde, bu günkü standardımı koruyabilmek veya daha iyi durumda olmak zorundayım. Eğer o yasa geldiğimde bugün bindiğim arabadan daha kötü bir arabaya bineceksem, bugün gittiğim yerlere gidemezsem bu bana büyük acı verir. Kendimi basarisiz, kaybetmiş hissederim." Bu sanırım çoğumuzun vereceği yanıt olurdu. Ama benim sorumun yanıtı değil. Ben Berrin'e mutlu olmak için neye ihtiyacı olduğunu sormuştum, o ise bana acı çekmemek için ne olması gerektiğini söylemişti.
Olay 2:
Ahmet adlı bir başka danışanımla konuşuyorduk. Kendisi basarili bir işadamı olan bu müşterim, her zaman en yeni trendleri yakalamayı bilmişti. Bu görüşmeden hemen önceki gün bir kaç arkadaşımla bir kafede oturmuş, yaşamımızda ne kadar para kazanırsak kendimizi rahat ve güvenli hissedeceğimizi tartışmıştık. Arkadaşlarımın değişik beklentileri vardı. Kimi üç milyon dolarla yetineceğini söylüyordu, kimi de istediğini yapmak için bir milyon dolar istiyordu. Ama tema ortaktı. Eğer kendilerini maddi olarak güvende hissettikleri zaman istediklerini yapacaklar, yeteneklerini kullanacaklardı. Sonra gülmüştük kendimize. Hepimiz bayağı uzağındaydık bahsi geçen rakamların. İste bu günün ertesindeydi Ahmet'le olan haftalık görüşmemiz. Ve Ahmet hemen lafa girdi: "Dost, eğer bir 100 milyon dolar yapıp bir tarafa koyabilsem, hemen isi gücü tasfiye edip istediğim şeyleri yaparım. Ne bileyim, belki yatçılık yapmaya, bu isten para kazanmaya başlarım, veya ertelediğim müzikle ilgilenirim. Ama önce kendimi güvende hissetmem lazım."
Olay 3:
Dostlarımla keyifli bir yemek sofrasının kalıntıları üzerinde sohbet ediyoruz. Zaman geçtikçe sohbet koyulaşıyor, ve birimiz su soruyu atıyor ortaya: "Diyelim ki bir gün önüne bir seçenek sundular: Bir yanda istediğin kadar para ve zenginlik, ancak tek bir şartla: Hiç sevmediğin, ve sevme ihtimalin de olmayan bir insanla yirmi yıl evli kalacaksın, ve onun dışında hiç kimseyle beraber olmayacaksın. Bu yirmi yılın sonunda her istediğin senin. Diğer yanda ise bir köyde, sade, basit, belki fakir bir yasam var. Ancak gerçekten sevdiğin ve de sevildiğin bir esin ve yaşam ne getirirse getirsin mutlu olacağın garantisi var. Hangisini seçersin?"
Peki siz hangisini seçerdiniz? O gece masada bulunanların çoğunluğu ikinci seçeneği seçtiler ve evrene ilan ettiler: Para ve pul değil, mutlu olmaktı aradığımız aslında!
Simdi düşününce o geceyi bayağı bir çelişki içinde olduğumuzu görüyorum. Bu kadar dramatik olmayan, ancak benzer seçimleri daha önce defalarca yaptık. Yasam standardı denilen bir şeyi kaybetme acısına katlanmamak için istediğimiz şeyleri yapma riskini almadık ve yaşamımızı yıllarca mutsuz yaşamaya razı olduk! Ve belki de fark etmeden elde edebileceğimizden çok daha düşük bir yaşam standardına mahkum ettik kendimizi! Çünkü biz risk almama riskini aldık, ki kaybetmenin kesin olduğu tek risk buydu.
İnsan çoğu zaman küçük acılar çekmemek için büyük mutsuzluklara razı oluyor. Acıların genelde geçici, mutsuzlukların ise sürekli olduğunun bilincine varmadan.
Hepimizin Allah vergisi bir yeteneği, rüyaları, istekleri var. Ancak bu yetenekler keşfedildikçe, rüyalar peslerinden gidildikçe, istekler dile getirildikçe fırsatlar doğmaya başlıyor.
İste önümüzdeki haftalarda sizlerce devamlı mutluluk verecek, gurur duyabileceğiniz bir yaşamı; riskleri minimize ederek ele geçirmek için neler yapabileceğimizden bahsedeceğim.. Böyle bir yaşamı elde etmek radikal değişiklikler yapmak demek değil her zaman. Belki de içinde olduğumuz duruma farklı bir perspektiften baktığımızda önümüzdeki ardına kadar açık kapılar görebiliriz. Yeter ki kendi düşünce kalıplarımızı sorgulamaya hazır olalım.

2 Kasım 2010 Salı

TAŞÇI


O, yoksul bir taşçıydı. Her gün kayaları parçalıyordu. İşi çok ağırdı; ama çok az aylık alıyordu. Bu yüzden hayatından hiç memnun değildi.
"Ben başkalarından daha çok çalışıyorum!" diye düşünüyordu.
"Benim işim onlarınkinden ağır ve ben onlardan daha az kazanıyorum. Zengin olmak istiyorum. Biraz dinlenirim ve güzel elbiselerim olur " O anda gökten bir melek indi. Ona, "Zengin olacaksın, güzel elbiselerin olacak" dedi.
Taşçı hemen zengin oluverdi. Artık onun da güzel elbiseleri vardı ve bir iş yapmak zorunda da değildi.
Günün birinde kral onu sarayına davet etti. O, sarayın güzelliğine hayran oldu. Kral ondan daha zengindi. Bu yüzden üzüldü.
"Ben de kral olmak istiyorum" dedi. Gökten bir melek geldi ve onu kral yaptı. Şimdi bütün gün hiç çalışmıyordu.
Çok sıcak bir gündü. Güneş ışınlarını saçıyor, yeryüzü yanıyor mu yanıyordu.
Kral kızdı; güneş ondan nasıl güçlü olurdu ki? Yaşamı yine sevmez olmuştu.
"Güneş olmak istiyorum!" dedi. Melek onu bu kez de güneş yaptı. Şimdi güneş, ışınlarını saçıyor ve dünyada her şey yanıyordu.
Ama bir bulut geldi, dünyayla onun arasına girdi. Işınları artık dünyaya ulaşmıyordu. Güneş kızdı;
"Bu nedir böyle? Ben buluta hiçbir şey yapamıyorum. Derhal ondan daha kuvvetli olmak istiyorum" deyince melek onu bu kez bulut yaptı. Az sonra bulut, yağmura dönüştü. Yağmurlar toprağa, oradan nehirlere ulaştı. Nehirlerin suları çoğaldıkça çoğaldı.
Evleri, tarlaları seller bastı. İnsanlar hayvanlar, tarlalar perişan oldu. Ama sular, kayalara hiç bir şey yapamıyordu. Bulut öfkelendi.
"Bu kadar çok su nasıl olur da kayaları aşamaz.." Ama kayalar sulardan daha güçlüydü. Bulut
bağırdı:
"Kaya olmak istiyorum." Melek hemen geldi ve onu kaya yaptı. Artık güneşten ve buluttan daha güçlüydü.
Aradan çok zaman geçmedi. Elinde balyozla bir adam çıkageldi ve ondan parçalar koparmaya başladı.
"Aman! Bu da nesi?" dedi kaya.
"Ben bu adamdan zayıfım"
Sonra birden anladı kuvvetin kaynağının mutluluk olduğunu ve pişmanlıkla haykırdı:
"İnsan olmak istiyorum!" Melek onun bu dileğini de yerine getirdi.
Kaya insan dönüştü. Şimdi o adam yine kayalardan taşlar koparıyor. İşi ağır ve aylığı az; ama yaşamı seviyor ve mutlu.

27 Ekim 2010 Çarşamba

HAYATA DAİR


HAYAT
seni kaç kişinin aradığı
kimin öptüğü
hangi sporu yaptığın
DEĞİLDİR

HAYAT
ayakkabıların, saçın
derinin rengi
notlar, paralar, giysiler
nerede yaşadığın
hangi okula gittiğin
DEĞİLDİR

HAYAT
kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir
kendin için neler hissettiğindir
güven, mutluluk, şefkattir
insanlara iyilik yapmak
ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır
HAYAT
Charles Eguone

Hayat hakkında da aşk kadar çok şey söylenmiş. Yukarıdaki şiir bence hayatın kendisini anlatıyor...

26 Ekim 2010 Salı

MASAÜSTÜ RESİMLERİ

Merhabalar,
Wallpaper diğer adıyla Masaüstü Resimleri...
Bilgisayar ekranlarımızı süsleyen, duygusal durumumuzu yada hayallerimizi yansıtan resimler. İşte benimde beğendiğim bir kaç resim daha... Mümkün olduğu kadar canlı ve umut dolu, neşeli olmalarına dikkat ediyorum. Masaüstü ekranlarımızın bizi hüzne boğmasını istemem doğrudur. Gerçi ben pek masaüstü resimlerini değiştirmem ama sık değiştiren arkadaşlar beğendiklerini bilgisayarlarına kaydedebilirler. Bunun için üzerlerine tıklayıp açılan sayfadaki resme sağ tıklayıp resmi kaydet seçeneğine tıklamaları yeterli olacaktır.
Umarım beğendikleriniz çıkar...










21 Ekim 2010 Perşembe

CEVAP



Güneşi doğarken seyretmişsinizdir. Sabahın alacakaranlığının nokta nokta canla-nışını... Ufkun kan kırmızından açık maviye doğru renklenişini... Gökyüzü gözbebe-ğinize düşer, ufuk gözlerinize çizilir her sabah. Gün ışıkları her sabah taşı, toprağı, ağaçları, dağları, çiçekleri ile bütün kainatı gözbebeğimize taşır; göz kapaklarımızın gerisinde yani bir dünya doğar.Kısacası her sabah,gün ışıklarıyla küçük bir kainat uyanır içimizde, biz uyanırız. İçimizdeki küçük kainatı beraber aydınlatmaya ve çiçeklerle donatmaya ne dersiniz...
Kainat bir okyanussa eğer, insan sahili. Her an coşan bu okyanusdaki herşey, birer dalga halinde gelip bu sahile koşar durur. Neden? Sahi neden herşey bize doğru koşuyor? Şu yıldızın parıltısı neden gözbebeklerimizde? Onca tatlar, damaklarımıza kadar niye varıyor? İster soralım İster sormayalım, bunların hepsini yaşıyoruz. Her biri, hayatımızın bir parçası. O halde neden yaşıyoruz, neden kainatla beraber yaşıyoruz? Belki " Çok zor bir soru " diyeceksiniz. Belkide " Cevabı yok " ." Cevabı yok " diyenlerin hiçbiri bulamadı cevabı, çünkü aramadılar.
Alıntı.
Aramayanlar bulamazlar elbette. Arayanlarda eninde sonunda bulacaklardır cevaplarını. Bence arayanlardan ve cevaplarını bulanlardan olmalıyız.
Ya sizce...

19 Ekim 2010 Salı

AMCA...


Güzel bir sabah ve güneşli bir gün. Neşeli bir halde uyanmışım, kahvaltımı yapmışım. En güzel biçimde uğurlanmış ve bu enerji ve coşkuyla iş yerime gelip başlamışım işime. Arkadaşlarla neşeli sohbetler ediyoruz. Tüm bu güzellikle içerisinde farklı bir güzellik daha çıkıyor karşımıza.
Bir yaşlı amca kapıdan görünüyor ve masam kapıya yakın olduğundan bana yöneliyor. Beni buradan çağırmışınız bana söylediler. "4 gün sonra gideceksin gitmezsen sorun olur dediler." diyor. Bende ismini soruyorum. Ne istediğini soruyorum. Ama amca aynı kararlılıkla "beni buradan çağırmışlar, 4 gün sonra gitmezsen sorun olur dediler. Ben fakirim, cahilim, bilmiyorum. İsmimi söylüyorum. Fakirim ben bilmiyorum." diyor. Yaşlı ve cılız bir sesle. Ben yine kendisine sakinlikle diyorum ki"-amca burada seni isimle bulmamız mümkün değil. Sana gönderilen belge nereden geldi ise bilmiyorum o belgeyi getir ona göre seni yönlendirelim."
Amca aynı şekilde sanki ben biraz önce bir konuşma yapmamışcasına "- ben fakirim, cahilim, şimdi kağıdı almaya köye nasıl gideyim. param yok. cahilim. İsmimi veriyorum ya bulun işte bakın bilgisayara" ben artık kızmaya başlıyorum. Arkadaşlar içten içe gülüyorlar. Karşımdaki arkadaş yanındakine dümeni almasını söylüyor ama yok ihale bana kaldı gene. Ben aynı sabitede amcaya "-amca verdiğin bilgilerle sana yardımcı olamayız. Sana gelen belgeyi bize getir sana yardımcı olalım. Senin isminde bizde kayıtlı bir kişi yok. Bizimle alakan yok." diyorum. İşime devam edip dosyanın birine bakmaya başlıyorum. Amcaya bakmıyorum, ilgilenmiyorum. Amca bekledi bir süre. Baktı olmuyor, oradaki arkadaşımız dedi ki: "-amca arkadaş senin işine bakmıyor. Sen sana gelen kağıdı getir bize" amca "-benim işe bakmıyor mu, ben fakirim, cahilim diyor." ben yine devreye girme gereği hissediyorum ve amcaya hitaben "-Amca sana gelen belgenin köyde kalması ile fakirliğin, cahilliğin ne alakası var. Belgesiz sana nasıl yardım edelim. Ya getir belgeyi yada yardım edemeyeceğimizi anla" diyorum. Amca yavaş adımlarla çıkıyor. Koridorda rastladığı arkadaşımıza soruyor. Oda "-sana hangi belge gelmişse onu getir." diyor. Böylece yaşlı amca çıkıp gidiyor. Ortamdaki gerginlikle karışık gülümsemeler yerini neşeye bırakıyor. Enerjiyle dopdolu başlayan bir gün bunun gibi ilginç ve yerine göre insanı gerici özelliği ile akreple yelkovan arasına sıkışıp gidiyor. Aynı zamanda sizinle paylaşabileceğim renkli bir anı olarak kalıyor hafızamda...
Not: Resim netten alıntıdır :) benim amcayla alakası yoktur.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Türkiye Uğurböceği Projesi

10/10/2010 tarihinde daha önce başvuru yapmış olduğum TUP'un eğitimine katıldım ve zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlayamadım. Eğitim güzel ve faydalı idi, projenin kurucularından Ahmet Şerif İzgören'de kısa bir konuşma yaptı ben burada onu paylaşmak istiyorum. İlerleyen zamanlarda proje dahilinde yaptıklarımı ve yapılan etkinlikleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Bir yola çıktık bakalım... :)
Haydi hayırlı yolculuklar...



Konuşmanın Facebooktaki videosu

Sitenin Adresi

6 Ekim 2010 Çarşamba

FARUK K - GÖNLÜMSÜN

Faruk k - Gönlümsün

Güzel ve şu sıralar beğendiğim bir parçaya böyle bir çalışma yaptım. Beğenilmesi umuduyla...
Ben yaparken beğendim ancak daha iyiye en mükemmele doğru gitmek için yorumlar gerekli...

2 Ekim 2010 Cumartesi

MUTLULUK

MUTLULUK NEDİR,

Mutluluk; cana can katanımla bir yaz denizinin karşısında, bir ağaç gölgesindedir.
Tedirgin edilmeden uyuyan bir toprak parça-sındadır.
Bir bahar sabahında çıplak ayakla koşulan ıslak çimenlerdendir.
Sıcak bir günün bitimine doğru birden bire esiveren serin bir yeldedir.
Güvenli bir düşüncenin aydınlığında, sıcacık bir omuzda, bir sesin titreşimindedir.
İstekle ısırılan bir peynir diliminde, içi yanarak içilen bir fincan kahvededir.
Bakkaldan alınan bir paketi taşırken dergilerden yapılmış kesekağıdında göz ucuyla okunuveren güzel bir sözdedir.
Günün ilk aydınlığında, gecenin son karanlığındadır.
Özlenen can tadının meyve çiçeği tadına dönüşümdedir, renk renk duyguların oluşumunda bilinmeyen renklerin biçimlenmesindedir, yüreğin dudaklarındadır.
Bir annenin okşayışında, bir babanın bakışında, bir "can”ın dokunuşunda, bir çocuğun gülüşündedir.
Alıntı

Peki sizce nerdedir mutluluk? Nasıl elde edilir?

26 Eylül 2010 Pazar

KOZA KELEBEĞİ BİLMEZ – ROBİN SHARMA

Koza Kelebeği Bilmez – Robin Sharma



Son günlerde Kişisel gelişim konusunda okuduğum kitaplardan bir tanesi. Öyle beklediğim kadar faydalı olmadı bana yinede hayada dair alınacak notlar ve öğütler yok değil. Ferrarisini Satan Bilge isimli kitabın yazarından. Bu kitaptada kısaca değinilmiş ama ben okumadım henüz. Elime geçerse okumayı düşünüyorum. Netten araştırdığım kadarı ile iyi diyorlar kitaba ama bakalım...
Genel olarak islam dininde bulunan ancak müslümanların unutmuş olduğu ve şeklen yatığı bir takım davranışlardan bahsediyor. Bu öğütlerini Budist rahiplerinden öğrendiği erdemler olduğunu yani Himalayalarda yaşadığı iç aydınlanma sonucu edindiğininden bahsediyor kahramanımız. Kısaca hayata direnme akışına bırak diyor ve Hiçbir insan kendiliğinden kötülük yapmaz belirli bir geçmişi vardır diye ekliyor. Ayrıca insanın doğduktan sonra yaşadıkça çevresi tarafından ilk özgünlüğünden uzaklaştırıldığını ve sürüleştirildiğinide eklemeden geçmiyor. Yadan benim kitaptan aklımda kalanlar bunlar.
Birde alıntı :
"Hayatın iki yaka arasından akan bir nehir olduğunu fark eden bir bilge, bunu çok iyi ifade etmiş. Bir yakada mutlulukları buluruz, öbüründe hüzünleri görürüz. Biz nehirde ilerlerken, her iki yakaya da dokunmamak mümkün değildir. Esas maharet, bu yakalardan hiçbirine uzun süre yapışıp kalmamaktır."

AŞK



Andolsun bütün örtülere, andolsun bütün örtünenlere ki,
Kar altında terleyerek uyanmaktır, aşk.

Yanmış iki cesedin kına gibi külleri arasından
Fışkın sürerce dirilip yeniden yanmaktır, aşk.

Cümle ağaç kapıları, cümle demir kapıları aşıp,
Bir gönül kapısına dayanmaktır, aşk.

Sevgilinin otağını gökkuşağına boyayıp gece-gündüz,
Hüznün safran sarısıyla boyanmaktır, aşk.

Yaratmaktır ya da sevgilinin toprağından yaratılmak,
Her nefes alıp verişte yanmaktır, aşk.

İsmaili bir gönülle teslim olmaktır bıçağa,
Birini kandırmak değil, bilerek kanmaktır, aşk.

Diline arılar konar, koynunda karıncalar gezer,
Sevgilinin ölçeğiyle her zaman sınanmaktır, aşk.

İsrafil'in Sur'unu ruhunda duymaktır aşk,
Suyu suyla yumak gibi aşka inanmaktır, aşk.
Bahattin Karakoç

YİNE

“İyiler düşmansız olmaz.”



Yine yağmur yağdı. Anlaşılmaz bir hüzün vardı yine. Yine yeniden susadı topraklar. Sevgilinin yanan yüreğine histerik bir dokunuşla… Oysa anlamamıştı hiç kimse kırmızı gülün esrarını. Kırmızı gül sevgiyi. Sevgi, gülün kan rengiyle ödenmiş bedeliydi. En yüce aşkı. Aşkın anlaşılmadığı bir yerde, “aşkın” bir finişti. Zaferin akıncılarıydı. Geri dönmemek üzere ayrılmışlardı yavuklularından.

Yine hazan geldi. Yapraklar ayrılırken bedenden acıyla, beden çıplak kalmıştı. Sıcaklık mavideydi. Mavi ise bulutların ardında. Bulutlar beyazdı. Beyazlar zaman zaman acı veriyordu insana. Kirli bir geçmişin ardından bakarken… Bakamadığı veya baktırılmadığı siyah beyaz mazinin acı hatırası. Hatıralar hoyrat eller tarafından kundaklanmıştı. Kundaklayanlara beyefendi deniliyordu… Kimilerine göre aristokrat, kimilerine göre entelektüel veya aydın… Neyse hepsi de telâffuzu zor kelimelerdi.

Yine umutlar yeşerdi. Yeşermek zorundaydı. Hayat inadına ve inadına devam ediyordu. İnatlar isyan mıydı? İsyankâr ellerimiz mi, bedenlerimiz miydi? Her yürek çırpınışında bir kez daha yıkılacağını bilerek savaşmanın adı mıydı? Yoksa niye yedi kez dolanmıştı “Hacer”? Niye kırmızı bant bağlamıştı “Zehra”? Niye darağacına çekilmişti “Mansur”?

Yine dönmedi kuşlar yuvaya. “Dönen alçak olsun türküsü” belki onlara da ulaşmıştı. Oysa kahrolmuştu ağlayış ve çırpınıştan geride kalanlar. Geride kalanlar varsın ölsündü. Yaşam hakkını onlara kim vermişti ki? Yaşamak suçtu. Suçların ve suçluların hükmü “müebbet” olarak çoktan verilmişti. Verenler ve verilenler arasında çok fark vardı. Fark kinle bileğlenmiş nasırlarda ve göz çukurlarındaydı. Gözler ise ümit vardı, istikbalden…

Yine gelmedi bekleyen sevgili. Kutsaldı, oysa akıtılan gözyaşı yollarına. Yollar ayrılmayıp, yılların ayırmış olması herkes tarafından bilinene bir masaldı. Gerçekler pek yakında ortaya çıkacaktı. Çıkanlar da çok kişinin canını yakacaktı. Varsın çatlasındı taşlar Pompei’de.. Katran katran gelincik çiçekleri yağıyorken semadan… Anlamı zordur. Anlayanı azdır. Anlayanlara hazdır. Ebedi saadet bekçilerinin yanından ihtişamla geçerken. Çünkü ihtişam, muhteşem bir geleceğe açılıyordu… İREM…
Yine ağarıyor, gün karardı
Yine ağlıyor, gülsün çocuklar
Yine, yeniden, sevgililer namluda
Yine elele idama koşacaklar
Zekeriya Elifoğlu - Sana Yazdım

Güzel bir yazı daha, aşka bekleyenlere ve gitmek zorunda olanlara farklı ve onurlu bir bakışla nazar ediyor...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

AMASYA/BORABAY GÖLÜ


Ramazandan bir kaç hafta önce arkadaşlarla bir gezi düzenleyelim dedik. Programı yapan arkadaş Amasya ilinde bulunan Borabay Gölüne gidelim dedi ve program yapıldı. 3 araçla göle gittik. Göl arkadaşın demesine göre volkanik bir gölmüş oldukça yüksekte....

Giriş ücretli idi ve biz her araç başı 4.00 TL ödeyerek piknik alanına girdik. Gittiğimizde saat 9 felandı ve pek fazla kişi yoktu. Konaklayacağımız bir yer bulduk ve araçlarımızı park ettik. Burada kulube tarzı evler vardı ve kiralanarak kullanılabiliyordu. Bu evlerin gecesi 60.00 TL idi. Güzele benziyordu ama içini görmek nasip olmadı tabi, sonra öğrendik ki evler 5 kişilikmiş. Biz malzemeleri çıkarıyorduk ki görevli buraların kiralanmış olduğunu ve diğer piknik alanına gitmemiz gerektiğini söyledi ve bir arkadaş her ne kadar itiraz etsede paşa paşa yer aramaya başladık. Bu evlerden 100 mt kadar ilerde gölün kenarında bir yer bulduk ve malzemeleri indirdik. Gölde balıklar var ve resimlerde görüldüğü üzere çok güzel. Kimileri balık tutuyor, kimileri uyuyor, kimileri cümbür cemaat gelmiş top oynuyor. Çevre illerden sanki insanlar işi gücü bırakmış buraya gelmişler. Öğlene doğru ortam bi kalabalıklaştı ki sormayın adım atacak yer yok. Pişen yemeklerin kokuları karıştı birbirine. Bir kaç arkadaş yemekleri hazırlayıp çayı koyarken bizde gölün etrafını çevreleyen yürüyüş yolundan gezmeye başladık. Güzel bir yer. Ancak çok aşırı kalabalık ve piknik yapacak yer yok ne bilim yani masa felan koymamış belediye. Her çeşit malzemeyi alabileceğiniz dükkanlar mevcut. Hatta tuvalete bile gidebiliyorsunuz. Ancak 50 Kuruş verirseniz. O kadarda temiz bir ortam değil ama mecburen gidiyorsunuz. Doğal ortama katlı sağlamak istemezseniz tabi ki.

Piknik yapılan ortam biraz rahatsız edici idi. Çok kirli veya oturulamayacak durumda değildi ama daha temiz ve düzenli bir mekan olabilirdi. Herkes beğendiği yere oturuyordu. Hoş temizlik görevlileri vardı ama yinede yeterli gelmiyordu anlaşılan. Yada piknik için gelenler piknik yaptıkları yeri evleri gibi görmüyorlardı sanırım. Yemek artıklarını dahi oracığa boşaltıp gidenler oluyordu. İnsaf yani... Neyse devam edelim... Girişte restoran vardı ve birde mescit. Hoş mescidi görmek oldukça zor ama biraz bakınınca görülebiliyor en azından. Gölün etrafını dolaşan gezi yolunun güzergahında bulunan ve göle gelen suyun kaynağı olduğu anlaşılan derenin yanından geçerken burasının önceden daha dolu olduğu ve şuan yolun geçtiği yerlerin bataklık olduğu ancak şimdilerde milletin güzelce piknik yapabildiği bir alan idi.

Güzel, farklı ve verimli bir gündü. Arkasında bir kaç tebessüm ve asla unutulmayacak anılar bıraktı. Benim son aklıma gelenler ise belediyenin göle yeteri kadar önem vermediği idi. Bir daha gitmeyi düşünüyorum. Umarım gittiğimde daha temiz ve daha iyi bir ortam bulabiliriz.


23 Ağustos 2010 Pazartesi

WALLPAPER

RESİMLERİN ORJİNAL BOYUTLARI İÇİN ÜZERLERİNE TIKLAYINIZ...









ARZUHAL



Esselatü vesselamü aleyke Ya Rasulallah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Habiballah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Şefiallah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Resülüssekaleyn
Esselatü vesselamü aleyke Ya Rahmetellil Alemin
Ey Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili, ey kainatın göz bebeği, ey varlık nuru Efendim.
Bu mektubun vesilesiyle sana hitab edebilmek ne güzel. Sana sunabileceğim kelimeler muhabbetimi ifade edemez. Sana verebileceğim avuç avuç gözyaşlarım var sadece.
Ey Nurdan sevgili, tek tesellim, tek ümidim sana olan muhabbetim ve salavatlarım. Ne güzel, ne ferahlatıcı bir bağlantı kuruluyor bu selamlaşmalarda. Zerreler adedince salatü selam olsun sana, yıldızlar adedince salatu selam olsun sana, yağan yağmurlar adedince salatü selam olsun sana...
Zaman ve mekan uzaklığı senin için bir şey ifade etmese de senden bindörtyüzyıl sonra dünya gurbetindeki ümmetinden bir ferdim. Şu fani alemde o kadar yalnız ve garibim ki bana neşe veren senin izinde yürümek arzusu ve seninle buluşabilmek ümidi oldu. Ben seni görmeden inandım ve sevdim. Ashap seni birgün görmeden duramazken ben bu hasretle ne yapayım ey güzeller güzeli. Huda senden güzelini yaratmamış. Senden güzelini görmemiş gözler. Acaba bu güzelliğe dayanabilir mi sevginle rakikleşmesini istediğimiz kalplerimiz. Uhud dağından ahirzaman ümmetine gönderdiğin selamını aldım. Selamını gönlümün en mutena köşesine yerleştirdim. O selamdır bana değerimi hatırlatan. Şefaatçilerin şefaatçisinin ümmeti olmak ne güzel. Ne mutlu bize ki ayağının tozuyla arşı şereflendiren şerefli peygamberin, şerefli ümmetiyiz. Rabbim bizi bu şerefle yaşat, bu şerefle öldür, bu şerefle haşret. Halık-ı zülcelal senin sevginle onsekiz bin alemi yaratmış. Ya biz ne yapalım bu zenginlik karşısında. Adını arşta kendi adının yanına yazmış. Biz nereye yazalım adını? Verebileceğim, uğrunda feda edebileceğim bir canım var. Canım, bütün varım yoluna bin defa kurban olsun ey gönüller Sultanı. Ummanında kaybolduğum nursun Ya Resul.
Aşkında fani olduğum cansın Ya Resul.
Rahmetinle güldüğüm gülsün Ya Resul.
Firkatinle yandığım korsun Ya Resul.
Cennet yolumsun yoldaşımsın Ya Resul.
Damarlarımda dolaşan sevdamsın Ya Resul.
Andığım, kandığım, yandığım sensin Ya Resul.
Seni gören gözleri aradım kainatta. Güneşe baktım, aya baktım, yıldızlara baktım tek tek. Gülü bağrına basan şehirdeki kayalara baktım. Kadem-i şerifinle şereflenen Sevr’e baktım. Sağnak nur yağmurlarına tutulmuş Hira’ya baktım. Kainatın merkezi Kabe’ye baktım, baktım... Sana ait izleri bulmak istedim. Kalp gözüm simayı alini görmek istiyor Ya Resul.
Şundan eminim ki sana olan hasretim ne kadar büyürse ben sana o kadar yakınlaşıyorum. Sana olan muhabbetim o kadar büyüsün o kadar büyüsün ki bu sevgi atmosferi içinde benliğimi yitireyim. Ütün nefsani duygulardan uzaklaşayım. Senin gözünle bakayım dünyaya, seninle bütünleşeyim. Tut elimden Rabbime götür beni. Senin sevgin ruhum alınırken yanımda olsun. Münker ve Nekir’e cevap verecek dil olsun. Mahşer hararetindeki serinlik olsun. Sıratta refikim olsun. Ve bu sevgi beni sana cennette komşu eylesin. Rabbimden bir dileğim var. Sana olan muhabbetimi almasın gönlümden, Ya Şefiülmüznibin. Senden dileğim ise hasta kalplerimizin seninle şifa bulmasıdır. Senin dünya sofrasından elini çektiğin gibi “ahiret doygunluğu” istiyorum. Ey sevgililerin en sevgilisi, asırlardır deruni muhabbetle yazılan na’tlar, şemaili şerifler seni ne kadar anlatabilmiş bilmiyorum. Meğer ne zormuş senin mükerremliğin karşısında birşeyler yazabilmek.
Rabbim! Cüretkarlığımı bağışla, haddim olmayarak bu kalemi elime aldığım için lütfuna sığınıyorum. Can Peygamberim eminim seninle birgün buluşacağız. Senden rahmet nazarları istiyorum. Ben fakirim, garibim, ben sailim...
Kaynak : Bilinmiyor

10 Ağustos 2010 Salı

HAYIRLI RAMAZANLAR



Selamlar Efendim,
Şükür ki 11 ayın Sultanı Mübarek Ramazan'a eriştik...
Bunun için ne kadar şükretsek az...
Hep bahsedilir eski ramazanlar nerde kaldı diye, sanırım eski ramazanlar teknoloji ve iletişimin vermiş olduğu pervasızlığın altında kaldı.
Herşey insanla başladığı gibi yine herşey insanla bitiyor. Doğada veya toplumda bir değişim olacaksa önce insanda bir değişim olması gerekiyor. O nedenle eski ramazanları özleyenler öncelikle biz eski insanları özlüyoruz diyerek asıl özlenenleri belirtmeliler. Komşuluğun tütsüsünün her yanı sardığı, muhtaca yardım elinin uzatıldığı, düşenin kaldırıldığı, asık suratların değil sevecen tebessümlerin her yanı ısıttığı ramazanlar/dünya nerde kaldı demeliler...
Nerden peydah oldu küçük kız çocuklarına tecavüz edenler, annesini öldürenler, anneye anne, babaya baba, kardeşe kardeş demeyenler, düşene bir yumrukta sen vur diyenler, komşusu öldüğü halde 1 ay haberi olmayanlar nerden çıktı...
Cevabı hepimiz biliyoruz, içimizden pek tabiki... Bizim içimizden çıktı bunların hepsi, başka bir yerden ihraç etmedik onları. Onlar ya çocuklarımız, ya kardeşlerimiz, ya amcalarımız, yada arkadaşlarımızdı.
Onları ve ramazanlarımızı, dünyamızı bu kirlenmişlikten kurtarmak elimizde. Nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsak o yolda mücadele etmeli ve bu uğurda çalışmalıyız.
Ramazan bir başlangıç olsun ve gönüllere nur doğsun...
Ramazanımız Kutlu ve Mübarek olsun...

20 Temmuz 2010 Salı

YENİDEN....


Selamlar Dostlar,
Uzun zamandır bloguma ekleme yapma imkanım olmadı.
Sağlık sorunları bir türlü benim rahat nefes almama izin vermediler. Buna şükür demeden geçemeyeceğim. Eskisine göre daha iyi durumdayım. Muayene olabilecek imkanım, bana yardımcı olabilecek yakınlarım var. Sağlık gibisi yok. İnsanın neresi rahatsızlanırsa canı oraya toplanırmış. Benim biraz üzüldüğüm nokta sağlık sektörünün gelmiş olduğu durum. Devlet hastanelerinin durumu. Doktorların (istisnalar hariç) vurdumduymaz eski memur zihniyeti ile çalışmaları. Sonra neden özele gidiyorlar deniliyor. Doktor memur gibi olmuş, yemin memin hak getire. Biraz duyarlı ve kendisine saygısı olmalı insanın diye düşünüyorum. Birde muayene olan kişilerin kendilerine saygılı olması konusu var. İpini koparan muayeneye giriyor sıra felan dinlemiyor. Uyardığınızda suç sizde oluyor, herkes giriyormuş o kerizmiymiş. Sen keriz ol ben olmak istemiyorum mu diyor ne diyor anlamak zor.
Saygısız insan her yerde aynı.
İnsanın önce kendine saygısı olmalı ve sevgisi...
Devlet Hastaneleri içler acısı durumda vesselam... Tabiki hastanenin doktorlarıda... Her zaman olduğu gibi istisna hastaneler ve doktorlar vardır. Onlara müteşekkirim...

1 Temmuz 2010 Perşembe

ÇAKMAK

Cüneyt Suavi hikayeleri ile dikkat çeken bir yazar ben hikayelerini çok beğeniyorum. Bir tanesini paylaşmak istedim, dilerim beğenirsiniz...



Trende yan yana oturduğumuz adam. Karşımızdaki delikanlıya nutuk çekiyor ve
- Sigara efkâr dağıtır, diyordu. Yak bir tane.
Çocuk, adamın kendisine uzattığı sigarayı kibarca reddederek
- Sağ olun, diye cevap verdi. Kullanmıyorum.
- Amma yaptın ha, dedi adam. Yoksa annen mi kızar?
Bu lâflar, çevremizdeki yolcuların gülüşmelerine yol açmış. benimse fena halde canımı sıkmıştı. Uyumak niyetiyle kapattığım gözlerimi aralayarak delikanlıya baktım. 20-22 yaşlarında olmalıydı. Son derece temiz bir ifadeye sahip olan yüzü adamın söylediklerinden sonra hafifçe kızarmıştı.
Adam:
- Herhalde sen aslan sütü de kullanmazsın, diye devam etti. Kullanmazsın değil mi? Delikanlı, onun içkiden bahsettiğini anlamıştı. Bu sefer susmayıp
- İçki haramdır, dedi. Elbette kullanmıyorum. Konuşmaları, benim olduğu kadar, ayakta seyahat eden yolcuların da dikkatini çekmiş olmalıydı. Herkes kulak kesilmiş, onları dinliyordu.
Adam:
— Peki, dedi. Ya Milli piyangoya ne dersin? Hani şu televizyonda reklâmları olan.
— O da aynı şey, dedi delikanlı. Yâni o da bütün kumarlar gibi haram.
Adam, alaycı bir ifadeyle
— Amma tutucu bir insansın be kardeşim, dedi. O haram, bu haram. Milli Piyangonun Milli Takımdan ne farkı var ki? Çocuk yine susmayı tercih etti. Ancak sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Adam ise, aklı sıra onu köşeye kıstırmış ve perişan etmişti. Bir kahraman edasıyla, sigarasının dumanını çocuğa doğru üflerken.
— Cehennem korkusundan dünyanın bütün zevklerinden mahrum kalıyorsunuz, dedi. İş mi sizin yaptığınız?
Dayandığım yerden doğrularak adama baktım. Bu sefer bana dönerek,
— Ne dersin dostum dedi. Haklı değil miyim? Hepimiz az çok yanmayacak mıyız? Üstelik hep beraber olduktan sonra, ne var korkacak? Sinirlerim iyice tepeme çıktı.
— Gerçekten cesur bir insanmışsınız, dedim. Sahi yanmaktan korkmuyor musunuz?
— Korktuğumu söyleyemem, dedi. Elle gelen düğün bayram değil mi?
Böyle diyerek koltuğuna biraz daha gömüldü ve cam kenarındaki sigarasına doğru uzandı. Paketin yanında duran çakmağı ondan önce alarak ateşledim ve,
— Buyurun, dedim. Yakın. Paketten büyük bir pozla çıkarttığı sigarasını, çakmaktan adeta fışkıran aleve doğru uzatırken,
— Hayır, dedim, sigaranızı değil, parmağınızı uzatın.
— Anlayamadım, dedi. Neden parmağımı uzatacakmışım?
— Cehennemde yanmaktan korkmadığınızı, bundan daha iyi nasıl gösterebilirsiniz, dedim. Doğrusu hepimiz merak ettik.
Adam ne diyeceğini şaşırmış ve bir saattir işleyen çenesi, âdeta tutulmuştu. Yerinde bir müddet kıvrandıktan sonra,
— İneceğim istasyona geldim. Diyerek ayağa kalktı ve kalabalığı yararak gözden kayboldu.
Çakmağın bende kaldığını adam gittikten biraz sonra farkettim. Bunu, karşımdaki delikanlı da görmüş ve gülmeye başlamıştı.
Çakmağı ona doğru uzatırken.
- Sigara içmiyorsun ama çakmak sende kalsın, dedim. Artık onu nerede kullanacağını biliyorsun.
Cüneyd SUAVİ

25 Haziran 2010 Cuma

MASAÜSTÜ RESİMLERİ

Uzun zamandır baktım masaüstümüzü değiştirecek, eski durumunun aksine yeni bir forma sokacak masaüstü kağıtları eklememişim. Bende düşündüm elimdekilerden eklemek istedim. Beğeneceğinizi umuyorum...
Benim masaüstümde eşimin çekmiş olduğu yeşil buğday yapraklarının olduğu bir foto var mesela...
ORJİNAL BOYUTU İÇİN RESMİN ÜZERİNE TIKLAYINIZ...









22 Haziran 2010 Salı

SAĞLIKLI OLMAK


Evet oldukça uzun zamandır yazmamıştım. Bu uzun zaman içerisinde şöyle geriye baktığımda aslında pek fazla uzak olmadığını düşünmeden edemiyorum kendimi. Neler oldu bu zaman zarfında, çok olağan dışı olaylar gelişmedi ama benim için farklı idi. Hayatımda ilk defa Kurdeşen dedikleri alerjik bir rahatsızlıkla tanıştım, biraz el ense güreştik, beni bir kaç gün yatırdı, sağolasın devletin doktorları imdadıma yetişti 2 haftadan fazla süren bir tedavi sürecinden sonra yeni yeni sonuç almaya başladık çok şükür.
Berbat bir hastalık, hoş hastalığın iyisi olur mu o da ayrı aslında da... Müthiş kaşıntı yapıyor ve insan iradesine hakim olamıyor, fiziksel görünüm olarakta oldukça rahatsız edici bir görünüm arzediyor. Kendinizi bulunduğunuz yere ait değil gibi hissediyorsunuz.
Diğer yandan sağlık durumundaki değişiklik sağlığın ne kadar değerli olduğunun farkına varmanızı sağlıyor, kendi kendinize kalıp düşünmenizi sağlıyor. Bir sürü enstanteneler kuruyorsunuz aklınızda... Çaresizliğin acizliğini tüm benliğinizde hissediyorsunuz..
Çok şükür yaşadıklarım geçmiş olsada şimdilik zihnimde canlı...
Herkese sağlıklı ve huzurlu günler diliyorum...

8 Haziran 2010 Salı

HAYAT BİR CÜMLEDİR


Hayat, bir cümledir,

Tutunmak, sığınmak isterken seni aşşağı çeken sığlıkların ötesine,
Durup, benliğini temize çekmeden yüzleşmek isterken yanılgılarınla,
Kendi sözünü ararken, senin tanımlamak için söylenen sözlerin arasından,
Sevmeyi "sahip olma" duygusundan çıkarıp kalbinde duya duya,
Gözünü görebildiğinin ötesine çevirme telaşı koşturmalarında,
Korkununda cesaret kadar gerekli olduğun görüp hayatın uyumunda,
Herşeyin yerli yerinde olduğunu görüp bakarken bu uyumla uyumsuzluğuna,

Hayat bir cümledir,

Yaşadıklarını zenginliği görürken anılarının berrak sayfalarında,
Uzanıp hayallerinle sevinçlerinin, kederlerinin beklentilerinin burçlarına,
Zaferler çıkarıp en büyük ve yıkıcı gördüğün yenilgilerinin içinden,
Kalbinin sonsuzluğa açıldığı bir rahmani akşamda,
Hayat bir cümledir diye çıkmak yollara,
Yolda selam vermek bütün yolculara,
Vardığın bütün menzillerde uyanmak sonsuzluklara,

Hayat bir cümledir,

Bütün cevaplar bu cümle üzredir.
Cevaplarını aramaktan usanma,
O cümleden başkasına sığınma...

Emrullah Emin

7 Haziran 2010 Pazartesi

YOLCUYUZ...


Hepimiz yolcuyuz. Evet, hepimiz seferleri tek taraflı olan ve dünyadan ahrete doğru gitmek üzere tasarlanmış taşıtlarla yol alıyoruz. Bazen bu yolculuğun farkındayız, bazen değiliz. Genellikle farkında değilir. Yolculuğu ayarlayanın ve şoförün dediklerine bazen uyuyoruz, bazen uymuyoruz. Bazen zorunlu olarak uymaya mecbur kılınıyoruz.
Bulunduğum ilçeden il merkezine giderken yolun kenarında bekleyen bir kaç araba ve bir kaç yetişkin insanla çocuk gördük. Daha sonra biraz daha dikkatli baktığımızda bir aracın aşağıdaki tarlada bulunduğunu ve kaza yapmış olduğunuz anladık. İlçeden çıkıştaki ambülansın, yolda seyir halinde olan jandarmanın araçlarının nedeni açıklanmış oldu. Daha sonra öğrendiğimizde üzüldüğümüz haber ise şu idi. Piknikten dönmekte olan araç stabilize yolda kontrolden çıkmış ve takla atmış. Kazada 26 yaşında bir anne ve annenin 2 yaşındaki çocuğu vefat etti. Bu duruma üzüldüm ben. Ölüm Allah'ın emri. Ancak üzülüyor insan. Geride kalan bir eş, 5 yaşında bir çocuk. Allah yar ve yardımcıları olsun. Kazayı yapan şoföründe Allah yardımcısı olsun. Zor bir durum. Yerinde olmak istemezdim. Yakınımıydı bilmiyorum, akrabasıdır belki ancak beni oldukça düşündürdü bu olay.
Kimbilir ne planları vardı, neler tasarlıyorlardı 2 yaşındaki çocuk için, 5 yaşındaki çocuklarının okula gideceğinin hayalini kuruyorlardı belki, belki... Ama ölüm bir anda kesinkin bir bıçak gibi filmi kesip attı...
Vefat edenlere Allahtan rahmet diliyorum. Geride kalanlara da ibret alacak bir kalp ve sabır diliyorum.
Aklıma bir söz geliyor...
Öğüt olarak ölüm yeter...
Bu yazı böyle biraz hüzünlü, arada başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmek ve ne zaman ve nasıl biteceğini bilmediğimiz yolculuğu düşünmemiz gerekiyor sanıyorum...

25 Mayıs 2010 Salı

KENDİ KUTUP YILDIZINI BUL

Yeni bir kitap aldım ve okumaya başladım. Güzel ve faydalı olduğunu düşündüğüm kitabın sunuş bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlerde kimbilir içeriğinden alıntılarda yaparım...
Faydalanacağınızı umduğum kitaptaki sunuş şu şekilde...



SUNUŞ
Hayatınızı yaşıyor musunuz, yoksa sadece hayatta kalma mücadelesi içinde misiniz? Seçtiğiniz hayat sizi mutlu edi¬yor mu? Hayalini kurduğunuz her şeye sahip misiniz yoksa artık hayalleriniz sizin için çocukluğunuzdan kalan tadı anılarınız kadar silikleşti mi?
Belki orta yaşınızı geçtiniz, belki kendini yaşlı hisseden bir genç, belki hayatınızın göz açıp kapayıncaya tek tüken¬miş olduğunu düşünen yaşı olmayan bir yaşlısınız. Biliyor musunuz bir gün gelir bakarsınız; O güne dek hep sıra dı¬şı olmayı düşlemişsinizdir. Ama birden ne kadar sıradan bir yaşamınız olduğunu fark edersiniz. Ertelenmiş hatta unutmuş olduğunuz hayallerinizin yerini yaşam mücadelesi almıştır artık. Öncelikleriniz de değişmiştir. Çocuklarınız varsa onlar için, yoksa sevdikleriniz için yaşamaya başladı¬ğınızı fark edersiniz. Peki ya siz...
Orta yaşın hangi yaş olduğunu sorguladığım günlerdi. Gerçekten de Dante'nin dediği gibi 35 yaş ömrümüzün or¬tası mıydı? Peki Roma döneminde insan ömrü ortalaması¬nın 35 yıl olduğunu öğrenince buna nasıl inanabilirdim? Ayrıca Büyük İskender henüz 21 yaşındayken Dünyayı fethetmişti ama çevremdeki orta yaşlı insanların pek fethede-bildikleri bir şey yoktu. Tıp bilimi bu kadar gelişmeseydi sanırım 1900'lerin başında 40 yaş olan ortalama insan ömrü o düzeyde kalmaya devam edecekti, işte o günlerde hâlâ ne-rede olduğunu hatırlamadığım bir kitapta aşağıdaki anlama gelen bir cümleye rastladım. Yazar şöyle diyordu:
Eğer yaşamınızda daha yapacak çok şeylerin olduğunu hissediyorsanız ve arzularınızı gerçekleştirmek için kendini¬ze "daha zamanım var" diyorsanız gençsiniz.
Ama eğer yapacaklarınız için "kalan" zamanı hesapla¬maya başladıysanız, yaşınız kaç olursa olsun, orta yaşınızı geçmişsiniz demektir.
Evimdeki kitapların sayısını bilmiyorum. Duvardan duvara uzanan kütüphanelerim artık üst üste yığılan kitap¬ları taşıyamaz oldu. Zaman zaman içinden bir kısmını ayı¬rıp doğudaki bir üniversitemize gönderilmek üzere beledi¬yeye vermem ya da bazı hayır kurumlarıyla ihtiyacı olan okullara göndermem de işe yaramıyor. Bu kadar kitabın içerisinde aradığım bir cümleyi yeniden bulamamış ve hâ¬lâ bulamamış olarak beni üzdü ve öfkelendirdi. "Keşke", diye düşündüğümü hatırlıyorum, "keşke beni etkileyen, motive eden, hayata karşı bakışımı ve duruşumu değiştiren tüm sözleri, hikâyeleri bir yere not alsaydım, böylece onla¬rı yeniden hatırlamak istediğimde nerede bulacağımı bilirdim." işte bu kitap böyle doğdu.
Ben müthiş bir merak duygusuna sahibim ve gerçekten hayatla ilgili merak ettiğim konularda değer verdiğim in¬sanların fikirlerini önemserim, sık sık sohbet ederim onlar¬la. "Sıradışı zekâlar"dır onlar... Onlar benim dostlarım, ça¬lışma arkadaşlarım bazen hiçbir şeyim ama benim için önemli insanlar. Sohbet etmekten keyif aldığım insanlarla konuşurken okumuş olduğum, beni etkilemiş olan anekdotlarla konuşmamı desteklemek hoşuma gider. Karşımda kiler de benim gibi olduğu için bir müddet sonra sohbet keyifli bir tenis maçına döner. Ozlu sözler karşılıklı gelip gitmeye başlar. Sohbetinizi zenginleştirmenin yolu elbette ki okuduklarınızı aklınızda tutmaktan geçer. Eğer ÇOK fazla* kitap okumuyorsanız bu çok zor olmaz, ama kitap okumak artık sizin için günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıysa ve bir yandan da günlük sorunlarla boğuşmanız gerekiyorsa, zaman zaman aklınızı ve ruhunuzu bir yere odaklamakta zorluk çekebilirsiniz. Bu zorluğa unutkanlık diyebilirsiniz. Gerçek hayat bazen çok acımasız olabiliyor.
Elbette bu kitapta okuyacağınız satırlar, siz sadece soh¬betlerinizi zenginleştirin diye buraya konmadı. Bıı kitapta okuyacağınız her şey beni derinden etkilemiş olan cümle¬ler. Yaşam enerjimi yitirdiğimi hissettiğimde ya da zorluklarla baş etmede yeterli güce sahip olmadığımı düşündü¬ğümde bana güç veren cümleler.
Bu kitabı okurken bir şeyi fark etmenizi istiyorum; in¬san olarak hayatta yaşadığınız her şey, üzüntüler, mutluluklar, ümitsizlikler aslında evrensel. Bu kitapta yazılarından ya da söylemlerinden alıntılar bulacağınız kişiler her çağ¬dan, her yaştan ve her ülkeden yüreğimize sesleniyorlar. Leonardo da Vinci'den Mevlana'ya, Epictetos'dan Karharine Hepburn'e, Stendhal'den Rahibe Teresa'ya kadar her¬kes burada size, bana, insanlığa sesleniyorlar. Bu kitapta herkes var, bir Romalı köleden dünyayı değiştirmiş devlet adamlarına kadar herkes. Bazen çok tanınmamış yazarların sözleri bazen de kaynağına ulaşamadığım anonim özdeyiş¬ler... Kim söylemiş olursa olsun her birinde kendinizden bir şeyler bulacağınıza, hepsinden öğrenecek bir şeylerimiz olduğuna inanıyorum. Ama bize verdikleri ilk ders sanırım şu; kim olursak olalım, ne olursak olalım hepimiz insanız ve insanca duygular hep aynı. Örneğin başarı ya da başarı¬sızlık korkusu, kendine güven ya da kendini yetersiz gör me, örneğin aşk... Bu duygularımız coğrafya tanır mı? Dünyanın öbür ucuna da gitseniz aşkınız, nefretiniz ya da hayalleriniz sizi bırakır mı? Sizi bilmiyorum ama yaşadığım tüm duyguların bu kadar evrensel olduğunu "hissetmek" beni epey rahatlatıyor. Biz bunu zaten biliyoruz, dediğinizi duyar gibi oluyorum; eğer öyleyse size şu soruyu sormak is¬tiyorum: Bir şeyi bilmek ile hissetmek aynı mı?
Peki bu kitabı nasıl okumalısınız?
İlk gençlik yıllarımda beni en çok etkileyen kitaplardan biri Richard Bach'ın "Mavi Tüy" adlı kitabı olmuştu. Bu kitabın gizemli bir kişi olan kahramanının adı Donald Shimoda idi. Donald bir gün bir sohbet sırasında, yol gösteri¬ciliğini üstlendiği Richarda elindeki kitabı nasıl okuması gerektiğini anlatır. Kitabın sayfa numaraları yoktur, Don şöyle der:
"Elindeki kitabı rasgele aç; gerek duyduğun bilgiyi ora¬da bulacaksın..."
"Bir sihir kitabı!"
"Hayır, bunu her kitapla yapabilirsin. Eğer yeterince dikkatli okursan eski bir gazeteyle bile yapabilirsin. Daha önce hiç denemedin mi? Aklına bir sorun getir ve elinin altındaki ilk kitabı açıp sana ne anlattığına bak."
Evet bu bir sihir kitabı değil! Ama onu biraz sihirli bir hale getirmeye ne dersiniz?
Aklınıza bir soru getirin, herhangi bir sayfayı açın ve gözünüze ilk çarpan cümleyi okuyun. Ne buldunuz? Buldu¬ğunuz satırları yeniden yeniden okuyun, harflerin size ne-ler fısıldadığını duymaya çalışın. Fısıltıları duyacaksınız.
Bu kitapta seçili olan başlıklar bir düzen takip etmiyor. Herhangi bir sıralamaya göre dizilmediler. Siz de okurken baştan başlayıp sona doğru okumak zorunda değilsiniz. Rastgele bir sayfa açıp oradan başlayabilir, atlayarak okuya¬bilirsiniz, kitap anlamını yitirmeyecektir. Benim size öne¬rim bu kitabı bir roman gibi okumak yerine başucunuza koyun. Sabah uyandığınızda elinize alın, herhangi bir say¬fasını açın ve ne yazdığına bakın, okuduğunuz satırların si¬zin güne moralli başlamanızı sağlamasına izin verin. Za-man zaman aynı cümleleri yeniden okuyun, böylece kendi¬nizi kötü hissettiğiniz bir anda onları hatırlayabilirsiniz.
Hayatta başarıyı kovalıyorsanız ama size sizden başka kimsenin inanmadığını düşünüyorsanız, başarılı olacak enerjiyi asla kendinizde bulamayacaksınız demektir. Öyley¬se R. Goforth'un şu sözleri sizin için bir anlam ifade ede¬bilir:
"Sana bu dünyada bir şeyi değiştiremeyeceğini söyleye¬cek iki tür insan vardır. Biri böyle bir şeyi denemekten kor¬kanlar; biri de senin başarılı olmandan."
Lani Guinier, Harvard Üniversitesi, hukuk fakültesin¬de bir dersinde öğrencilerine şu sözleri söylüyor:
4Size, insanların sizin fikirlerinizi beğenmedikleri, davranışlarınızı onaylamadıkları zaman neler olacağını anlata¬yım; önce hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Oysa hayatta ba-şarılı olmanın ilk şartı, başarısız olmaya dayanacak kadar sağlam sinirleriniz olmasıdır. İnandığınız şeyleri vazgeçmekden sonuna kadar savunmak ve yapmaktır, bunun so-nucunda bazı insanların sizi sevmeyeceğini bilseniz bile... Başarı, doğru olduğuna inandığınız şeyi yüksek sesle söyle¬yebilme, hatta haykırabilme cesaretidir, kralınızla başınızın derde gireceğini bilseniz bile..."
Başkalarının hayatını yaşamaktan, başkalarının arzularını karşılamaya çalışmaktan yorulduğunuzu hissediyor musunuz? Hayat dört bir yanınızı saran karanlık bir orman gibi mi? Kendinizi kaybolmuş, karanlıklar içinde çaresiz hissediyorsanız üzülmeyin... Sizi karanlıklardan çıkaracak olan birisi var. Kendiniz, başınızı yukarı kaldırın, bakın ve görün, kutup yıldızınızı bulun, onu izleyin. Hangi yıldız ol¬duğunu ayırt edemiyorsanız üzülmeyin, kalbinizin sesini dinleyin; o sizin pusulanız olacaktır.
15 Nisan 1452'de dünyaya gelen Leonardo Da Vinci, yarattığı eserlerle Rönesans sanatına yön vermiş, ünü za¬manı aşarak günümüze kadar ulaşmış ender sanatçılardan biridir.
Bu meşhur sanatçının yaşamdaki zorluklara bakış açısı şöyledir:
"Engeller, zorluklar beni yıldıramaz.
Her engel, beni daha iyiye doğru kaçınılmaz bir değişi¬me iter.
Gözünü bir yıldıza diken kişi, kararını değiştirmez."
Siz de kendi kutup yıldızınızı bulun ve gözünüzü on¬dan ayırmayın.
Sizi, umutsuzluğa düştüğünüzde kutup yıldızınızı bul¬manızı sağlayacak ve hayada mücadelenizde içinizdeki güce güç katacağını umduğum bir derlemeyle baş başa bırakıyorum.

Umarım faydalanırsınız ve hayatınızı geliştirir...

İNSANLAR



Merhaba,
Bugün farklı bir olay oldu yada bana öyle geldi bilmiyorum.
Dairede çalışırken bir ihtiyar amca geldi. Ben:
-Buyrun! dedim. duymadı herhalde diye kalktım kapıya doğru gittim ve yine --Buyrun dedim. Yine bişi demedi. biraz sesimi yükselttim:
- Buyur Amca! bişimi istiyorsun dedim.
amca bana baktı. Kimse yok mu? dedi...
Ben güldüm. Şaşırdım. Çünkü odada ben vardım birde arkadaşım vardı.
-Biz kimse değil miyiz? Bizi adam yerine koymuyor musun? dedim. Gülerek,
Amcada bana baktı imalı imalı...
-Burda bir bayan vardı onu soruyorum.dedi.
Arkadaşım devreye girdi ve para işin mi var dedi. Borcun mu var dedi. Bağırarak..
Amca da;
-Evet para işim var. dedi. Bizde kendisini yan daki odaya yönlendirdik.

Olay enteresan geldi. Değişik tipte insanlar var. Kimbilir kendisi bizim hakkımızda ne düşünüyordur. Çekindi mi? Söyleyemedi mi? Anlayamadık tabi neden geldiğini ama anımızda böyle bir yerde duracak daima...

20 Mayıs 2010 Perşembe

BAYRAM



Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...

Güne gülümseyerek başlamak bayramdır.

"İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.

Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.

Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun!

Can Dündar

Can Dündar'ın yazılarını genellikle beğenirim. İnsanın elindekilerin değerini bilmesi ve mutluluğu yakalaması ve bayramın hakiki anlamını bulduğu bir yazısı...
Bayramlarımızı yeniden gözden geçirmeli mi ki?

18 Mayıs 2010 Salı

MERSİN GEZİSİ

Yeniden bir başka günden merhaba,
Kısa bir süre önce blogumu inceleyen sevdiğim bir arkadaşım neden gezdiğin yerleri yazmıyorsun, oraları ve deneyimlerini paylaşmıyorsun demişti, bu bana b iraz uzak bir düşünce olduğu için düşündüm ve dediği gibi yapmaya gezdiğim yerler sanki çok olcakmış gibi :) paylaşmaya ve izlenimlerimi yayınlama gereği duydum. Arkdaşımın kulağı çınlasın...



Bu hafta sonu Mersine gitmiştik arkadaşlarla ve benim ilk kez güneye doğru yol alışımdı bu yolculuk. Güzel geçti, değişik yerler ve insanlar gördük. Değişiklik oldu. Mersin çok güzel bir il biraz kozmopolit demişlerdi arkadaşlar, sahil kenarını gördük bir sadece zamanımız yoktu pek. Orada Ford-Alfa Romeo servisinin bitişiğinde bir akaryakıt istasyonu var o işyerinin sahibi bize çok yakın davrandı, çok sevecen iyi bir insandı adını ve akartakıt istasyonunun ismini alması aklıma o an gelmedi ama anılarımda. Diğer yandan birlikte gittiğimiz arkadaşın okul arkadaşı karşıladı bizi birlikte kahvaltı ettik. Mersinin Sıkma'sı meşhurmuş ben bilmiyordum. Bizim gözleme gibi içerisine peynir katıyorlar sonrada onu börek gibi yuvarlıyorlar çok güzel bi yiyecek oluyor. Hamur işi sevenlere ideal. Daha sonra yolumuza devam ettik. Yolumuz Silifkeye kadar uzanıyordu. Silifke denince akla hemen "Silifkenin yoğurdu, kız seni kimler doğurdu" geliyor değil mi? :)


Yol üzerinde Kız Kalesi vardı ve biz burayı epey bi gezdik. Antik denecek bir yapı ve ilginç bir efsanesi var. İçerisinde bir kilise ve yıkılmış binanın mozaikli desenleri var denizin ortasında güzel bir yapı... Restore edilmiş yakın zamanda sanırım. Kız Kalesinin fotoğraflarını da çekmeyi ve anı olarak muhafaza etmeyi unutmadım :)



Ok atmak için dikey yerler yapmışlar. Efsanenin aksine Kız Kalesi beldesindeki şehri korumak amacıyla yapılmış bir kale.
Efsanesi de şöyle: Zamanın padişahına kahinler kızının yılan sokması nedeniyle öleceğini söylüyorlar. Padişahta düşünüyor taşınıyor kaşınıyor bir kale yaptırıyor. Kızını bu kaleye koyuyor. Amaç yılan sokmasın. Ancak yine ecel tecelli ediyor kaleye gelen sepetlerin birinde yılan geliyor ve kızı sokup ölümüne neden oluyor. Googleden de araştırdığınızda bulunur sanırım.



Daha sonra Susanoğlu beldesine geçtik. Güzel bir yer. Sanlı insanları var cana yakın sahili güzel. Ancak daha sezon açılmamış mış açılında daha yoğun olurmuş. Suyu harika ama sahilin dalgaların en son geldiği yere yakın olan bölümünde bize yakışmayan çöp pislikleri bira şişeleri, çöp poşetleri, cips poşetleri var onun haricinde güzel herşey.

Yolda yemekte yedik yemek zevklerini çok beğendim ve çokça hoşuma gitti. Sipariş verdiğiniz yemekten ziyade yan mezeler doyuruyor insanı bizim iç anadoluda böyle bir kültür yok. Yemek yanına en fazla salata verirler oda söylerseniz. Bence büyük eksiklik.
Gelirkende çok güzel yolculuk ettik her ne kadar yorucuda olsa...
Güzeldi, insanın yeni yerler görmesi daha farklı oluyor. Ne dersiniz...

PaidVerts
my space statistics