27 Ocak 2014 Pazartesi

ÇEVRE NASIL KORUNUR?



Yaşadığımız çevrede gözlediğimiz değişim, artık hepimizin korkusu haline geldi. Pazarda satılan domatesin, biberin bile artık bir doğal olanı bir de sanki doğal olmayanı(!) var. Doğallık bir artı değer ve çevreye saygı, bir övünç konusu haline geldi. Sadece popüler kişiler değil, şirketler, TV kanalları, resmi kurumlar ne kadar çevreci olduklarını söyleyerek kendile­rini tanıtıyorlar. Çevrecilik, iyi prim yapıyor. Çevreden sorum­lu bir bakanlığımız oldu. Küresel boyutta çevrenin korunmasına dönük, uluslararası toplantılarda strateji savaşları yaşanıyor.
Ne var ki tüm bu gelişmeler, çevreyi korumaya yetiyor mu? Soluduğumuz havanın ne kadarı zararlı gaz ve partiküllerden oluşuyor; içtiğimiz su ve yediğimiz balıkla birlikte ne kadar ağır metal alıyoruz belli değil. Hormonlu domatesin, üzümün; genetiği değiştirilmiş mısırın, buğdayın; elmanın, armudun kabuğundaki kimyasalın başımıza neler getireceğini kimse bilemiyor. Birer birer yok olan canlı türleriyle; kesilen tropikal ormanlarla; delinen ozon tabakasıyla alakalı dramatik öyküleri okuyoruz.
Çevre, güzel sözlerle, övünmelerle, PR çalışmalarıyla korunamıyor maalesef. Sorunun özüne inilmedikçe de çözüleceğe benzemiyor. Malum Nasreddin Hoca kapının önünde yerde bir şeyler arıyormuş. Yoldan geçen vatandaş sormuş: "Hocam ne arıyorsun?" Hoca: "Yüzüğümü düşürdüm, onu arıyorum" demiş. Vatandaş: "Nerede düşürdün, Hocam?" deyince; Hoca: "içeride düşürdüm" demesin mi? Vatandaş: "Hocam madem içeride düşürdün, niye dışarıda arıyorsun?" deyince; Hoca yapıştırmış cevabı: "İçerisi çok karanlık da...". Hocanın yüzüğünü bulamayacağı kesin de; çözümü, kaybettiği yerde değil, kolayına gelen yerde arayan günümüz insanının durumu aynı değil mi?
Çevrenin geçmiş yüz­yıllarda eşi görülmemiş biçimde yağmalanması­nın, tüketilmesinin, yok edilme­sinin nedeni materyalist felsefe temelinde gelişen sanayileş­me, modernleşme değil midir? "Dünyaya bir defa gelmişiz. Hayat bu dünyadaki yaşamdan ibarettir. Hayattan alabildiğin­ce kam almaya bak. Ye, iç, keyif al. Reklâmlar, kampan­yalar, ödeme kolaylıkları, kre­diler, taksitli satışlar, evden/ internetten/telefonla alışveriş, vb araçlar emrinde, yeter ki tüket, tükettikçe değerlisin. Hep daha fazla kazan, işini sürekli büyüt, başarıya odak­lan. Hayat mücadelesinde hep güçlü olmalısın, güçlü oldukça her şeyi yapabilirsin, çünkü güçlü olan haklıdır, bu evri­min kuralıdır. Benden sonra, zaten tufan" mantığına sahip bir insan neden çevreye duyarlı olsun ki?
"Ben dünyaya imtihan için gelmişim. Bu dünya ve dünyadaki varlıklar bize emanet olarak verilmiştir. Emanete hıyanet edilmez, ihtiyacın kadar tüket, fazlası israftır ve israf haramdır. Üretim de tüketim de amaç değildir; sadece ihtiyacı karşılayacak kadarla sınırlı tutulmalıdır. Başarı tek başına amaç/değer değildir, güzel ve hayırlı olanı başarmak erdemdir. Hayat dayanışma ve yardımlaşmadır. Güçlü olan haklı değil, haklı olan güçlüdür, hakkından fazlasına el uzatma. Bütün canlılar birer ümmettir. Yaratılanı, Yaratandan ötürü sev ve saygı duy. Yaş kesen, baş keser. Fıtratı (doğal olanı) değiştirmek haramdır" inancına sahip insanlar, elbette çevreye saygı gösterir.
İnsan, emanetin sahibi değil, ancak kullanıcısıdır. İnsan, emaneti kendi malı gibi hor kullanamaz. Zira emanete zarar verdiğinde sahibine hesap vereceğini ve zararı tazmin edeceğini düşünür. Emanet malı kullanırken daha dikkatli, tedbirli, hesaplı olur.
Dünyayı, doğayı, doğa­daki varlıkları, canlıla­rı, kendi vücudunu ve kendisinin gibi görünen beden, evlat, mal, mülk, bağ, bahçe, hayvan, arazi, binek, ev, iş yeri, kılık kıyafet gibi diğer tüm eşya­yı birer emanet olarak görüp, bir süre kullandıktan sonra sahi­bine bırakacağını bilen; "Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz.” Tekasür, 102/8 beyanı­na inanan insanların, çevreye olması gerektiği gibi saygılı / duyarlı olacakları bence çok açık. Bilmem siz de katılır mısı­nız?
Prof Dr. Tevfik Özlü

24 Ocak 2014 Cuma

ALLAH EN ÇOK NEYE KIZAR?

Allah Rasulü (@), "Allah (cc), kadınların ve çocukların hak­larının ihmalinden ötürü gazaplandığı kadar hiçbir şeyden gazaplanmamıştır; yani gay­reti ilahi'ye en çok dokunan, kadınlarla çocukların durumu­dur." buyurmaktadır.
Kadın vazifesini yapmadığı, kendini vazifesinin dışında deği­şik fantezilere saldığı, çocukların ihmal edilip gençlerin baştan çı­karıldığı; şehvetin çok arzu edilen bir husus olduğu zaman gayretullahın harekete geçmesinden endi­şe duyulmalıdır. Kendi iradeleriy­le kendilerini günahlara salmış, perişan, derbeder bir nesil, Al­lah'ın (cc) gazabına maruz bir ne­sildir. Öyleyse her aile reisine dü­şen ilk vazife, evvela seçeceği ha­yat arkadaşını sâlih, Müslüman kendini ibadete vermiş, Allah'tan korkan, ve her dâim doğru olan kadınlardan (Nisa, Ahzab ve Tahrim surelerinde anlatılan kadın­lardan) seçmek olmalıdır.
İşte böyle dinine bağlı, hayat­ta kendisiyle her şeyi dertleşebileceği, paylaşabileceği ikinci bir cins, dünyevî-uhrevî duygularını şerh ettiği zaman anlayabilecek kafa ve kalbe sahip bir eşinin olması çok önemlidir.
Mesela, o evde büyüyecek çocuklar, böyle bir annenin ne­zareti altında yetişmeleri gibi bir avantaja sahiptirler. Dolayı­sıyla erkek kendi vazifesini ka­dın da kendi görevini yapmalı, eşlerden her birisi karşısındaki­nin haklarına saygı göstermeli ve Allah'ı gazaplandıracak bir harekette bulunmamalıdırlar.

Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak Şöyle buyurmaktadır: "Ben il­mi açlığın içine koydum in­sanlar onu toklukta arıyorlar, ben izzeti ve şerefi itaatin ve kulluğun içine koydum, insanlar onu idarecilerin kapısında, makamda ve şöhrette arıyor­lar. Ben zenginliği kanaatin içine koydum insanlar onu malda ve mülkte arıyorlar. Ben rahatı, zevki, lezzeti cen­netin içine koydum insanlar onu dünyada arıyorlar.”
Zafer Dergisi

20 Ocak 2014 Pazartesi

ÖNEMLİ İŞLERE ÖNCELİK VERİN

Güzel bir konuşma...

18 Ocak 2014 Cumartesi

AÇSINIZDIR.

Zordur yalnızlık.
Eve girersiniz…
Açsınızdır.
Ama yemek yapmaya gücünüz yoktur. İsteğiniz de. Hayat sizi savurup atmıştır gün boyu. Sıra sizin kendi izbe karanlık sığınağınıza sığınma vakti gelmiştir.. Gece gündüzün kalabalık ve gürültülü çokluğunu da götürmüştür. Karanlık size de çökmüştür. Yalnızlığınız bir tokat gibi suratınıza vurmaktadır. Koca bir ev ve siz. Muhtemelen tüm evi aydınlatmazsınız. Ruh dünyalarınızın karanlık noktalarından biridir eviniz de.
Açsınızdır.
Tedirgin edici bir sessizlik var. Hafif bir huzursuzluk dalgası kol gezer evin içinde. Yan dairenin duvarına bir karı koca kavgasının sert ve öfke dolu sesleri çarpar. Üst katta yeni yürümeye başlayan küçük bir çocuğun tedirgin adımlarını duyarsınız. Pıt, pıt, pıt… Alt kattan 83 yaşındaki İdris amcanın sağır kulaklarına inat açtığı TRT'nin haber bültenleri, oyun havaları gelmektedir…
Çöküp kalırsınız en yakın koltuğun üzerine. Kaçmanın en kolay yolu uyumak. Uyumak istersiniz, erkendir henüz. Yanı başınızda duran kitaba eliniz gitmez. Gün boyunca yeterinden fazla söz dinlemiş, sözcüklerle muhattap olmuş, kaçmış, yakalanmışsınızdır.
Açsınızıdır hala.
Dolap doludur ama dolaba giden yol uzundur. Koltuktan kalkmak zordur. Kalkılmaz da zaten. Üzerinizdeki
montu bile çıkarıp askıya asmak gelmez içinizden. Önünüzde kumandalar durur. Hayatın uzak kumandaları ile yalnızlığınızı buluşturursunuz. Bir düğmeye basınca televizyon kulağınızdaki bir çınlama ile açılır. Yalnızlığımız arttıkça televizyon kanallarının sayısı da artıyor. Muhtemelen uydu kanalını taktırmışsınızdır eve. Sessizce bakarsınız televizyona. Sesini ne kadar açarsanız açın sessizlik bastırılmaz odadaki. Oda muhtemelen karanlıktır. Bir görüntü gelir karşınıza hoşunuza gider, gülmek için, gülmenize eşlik etmek için bir yüz ararsınız. Yoktur. Hafif bir tebessümle geçiştirirsiniz atılması gereken bir kahkahayı. Bir başka görüntüde korkarsınız yanaşacağınız kimse yoktur yanınızda bir sonraki kanala sıçrarsınız. Televizyonun çoğul izlendiğini bilmenin huzursuzluğu ile kırmızı bir noktadan kapatırsınız. Camdan dışarısı karanlıktır. Ama yine de bakarsınız.
Açsınızdır.
Dalıp gidersiniz bir sure sonar kendinizi dalıp gitmişken yakalarsınız yine kendinizi . Kaç dakika gittiniz diye saate bir göz atılır böyle anlarda. Ne yapmalı? Biraz önce çıkarttığınız montu alıp askıya asarsınız. Ev kocaman bir yalnızlık şatosu olarak içine katmıştır, sahiplenmiştir sizi. Cansız bir hayvan bedeni gibi… Yalnızlık Korkunçtur ama korkutucu değil asla.. Ağır ve yenilmiş adımlarla yatak odasına gidersiniz. Soğuktur. Yaz kış soğuk. Tek başınıza uzanırsınız.
Açsınızdır.
Yanı başınızda duran ışığı söndürmezsiniz. Lokal bir aydınlıkla yalnızca yanı başınıza bir ışık düşer. Evin çeşitli yerlerine bilinçli olarak dağıtılmış kitaplardan biri de ışığın hemen altındadır nasıl olsa. Ucunu kıvırıp koyarsınız ışığın altına ve kapatırsınız ışığı. İki yastıklı bir yatakta yanınızdaki yastığı biraz kendinize doğru çekip sarılırsınız. Hasretle.
Açsınızdır.
Gün boyu olan, biten, bitmeyen bir kaç gereksiz düşünce ile oyalarsınız kendinizi. Uyku tutmaz. Çaresizce biraz daha sıkı sarılırsınız yastığa. Ve sizi en mutlu eden bir kaç kareyi düşünmeyi zorlarsınız kendinize. Bir tatil karesi gelir gözlerinizin önüne. Bir gece yarısı dansı, bir bakış, bir kahkaha…
Hepsini düşünürsünüz. Sırayla hayatınızın en mutlu anlarının geçit törenini izlersiniz. Arasında bir yerde uykuya dalarsınız.
Açsınızdır...

Cun' den

16 Ocak 2014 Perşembe

SON NEFES

Buna sohbet mi desem konferans mı desem ne desem :)
Çok hoş konuşuyor ben beğendim ve etkili...
Allah razı olsun...

KURTULUŞ DUASI



Küçük çocuk annesiyle birlikte geziyordu. Şehrin parkıydı burası, ortasında büyükçe bir havuz bulunan. İlkbahar geldiğinden, ortalık birçok canlıyla şenlenmiş; kanatlı karıncalar da yuvalarından çıka­rak uçmaya başlamıştı.
Havuz kenarına geldikleri sırada, küçük çocuk suya bakıp:
"Anneel" diye bağırdı. "Bazı karıncalar havuza düşmüş. Onları kurtar­mamız gerekmez mi?"
Kadın da aynı tarafa baktıktan sonra:
"Suyun üstü karınca dolu" dedi. "Onları kurtarmak için saatler lazım. Belki de günler."
Küçük çocuk gözlerini bir noktaya dikmişti.
O halini bozmadan:
"O zaman tek bir tane kurtarayım" dedi. "Ama bunun için bana uzun bir sopa lazım."
Bir ağacın altında, budama için kesilen birçok dal vardı. Kadın onlardan birini oğluna verdi ve yaptığı şeyleri izlemeye koyuldu.
Küçük çocuk havuzun yanına gittikten sonra sopasını ileriye doğru uzattı. Ve karınca biraz öteye düştüğü için, suya doğru iyice sarkmaya başladı. Annesi endişeye kapılmıştı. Su derin olmasa bile kesinlikle soğuk­tu. Oğlu zaten hastalıktan yeni kurtulmuş, kendisini güç bela toplamıştı. Allah'tan ki okula gitme yaşında değildi. Aksi halde derslerinde geri kalırdı.
Küçük çocuk aynı şeyi yapmaya çalışırken:
"Benim canım yavrum" dedi annesi. "Sana yakın birçok karınca varken, neden orta yerdekiyle uğraşıp duruyorsun? Onlar da canlı."
"Ama anne!" diye atıldı çocuk. "Bu kadar karıncanın arasında, en fazla o karınca çırpınıyor.”

Cüneyd Suavi

15 Ocak 2014 Çarşamba

KARDEŞİM SEN ÖZGÜRSÜN


14 Ocak 2014 Salı

EVLADIM BU KUŞU KİM BOYADI?

İngiltere’de sosyoloji doktorası yapmış Ali Mermer ağabeyimiz var. Şu an ABD'de hizmetine devam ediyor. Kendisinden şöyle bir hadise dinlemiştim:
Ali Bey bir gün İstanbul'da belediye otobüsün­de gidiyormuş. Bir durakta baba ve oğlu otobüse binmişler. Çocuk 12-13 yaşlarındaymış ve elinde de kafes içerisinde bir muhabbet kuşu varmış. Ali Bey çocuğa bir soru sormak istemiş ve "Sen res­sam mısın?" diye sormuş.
Çocuk: "Hayır değilim" cevabını vermiş.
Bu arada çocuğun babası ise huysuzlanıp araya girerek "benim oğlum okuyor; ne ressamlı­ğı.." gibi sözlerle konuyu kapatmak istemiş...
Fakat Ali Bey aldırış etmeden sormaya devam etmiş ve çocuğa "Ressam değilsin; peki bu kuşu böyle kim boyadı?" diye sormuş. Hiç düşünmedi­ği, belki de düşündürülmediği bu soru karşısında çocuk şaşkına dönmüş ve cevap verememiş.
Çocuğun babası ise çocuğu alıp alelacele çekeleye çekeleye ilk durakta otobüsten indirmiş. Bu soruyu anlama gayretine hiç girmeden çocuğu alıp gitmiş. Böylece çocuğu kendi dünya görüşüne hapsedip onu özgür(!) yetiştirme konusunda göre­vini çok iyi yapmış.
Eğer Ali Bey öylesine malayani sorular sorsaydı "Bu kuşun cinsi ne? Bu kuş ne yer? Bu kuş kaç lira?.." deseydi, belki o baba çocuğunu çekiştirip götürmek bir yana, çocuğunu cevap vermeye teşvik edecekti.
Oysa, "Evladım bu kuşu kim boyadı?" sorusu kâinatın yaratıcısını hatırlatan, kâinat kitabının yazanını tanımaya götüren bir soru olduğu için o güzel yavrumuz bu haksız engellemeye maruz kaldı.
Şimdi hayal edelim ki, önümüzde bir tablo var. Tabloda bir ev, onun yanında ağaçlar var ve şirin bir derecik akıyor... Bize bu tablodaki herşey, mal­zemeleri hakkındaki herşey anlatılıyor. O malze­melerin bütün fiziksel, kimyasal yapısı, nerede ve nasıl üretildiği, hammaddeleri vs anlatılıyor. Fakat o tablonun mahir bir ressam tarafından yapıldığı es geçiliyor; o sanatkârın tanınması istenilmiyor ve o sanatkâr yok farzediliyor.
İşte bütün eğitim hayatımız boyunca bize bu öğretilir. Sormamızı istedikleri sorularla hayata bakmamız belletilir. Batı etkisindeki bütün eğitim sistemlerinin temeli budur. Fakat bir medeniyetin üzerine bina edildiği bu fikirler o kadar zayıf ve temelsizdir ki, onu yerle bir etmeye bir soru yeter:
"Bu kuşu kim boyadı?"
Ne dersiniz, o baba yıkılan dünya görüşünün altında kalmamak için mi öyle alelacele kaçtı acaba?..

Dr. Hasan Feyzi Katıöz
Zafer Dergisi

10 Ocak 2014 Cuma

CAN DEMİRYEL - SEN KİMSİN

7 Ocak 2014 Salı

BİRİ BEYAZ BİRİ SİYAH İKİ KEDİ


 

Birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak, birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.
Gölgeler akşamüstünü söylüyor.
Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.
Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu, uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? …
Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün…
Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir…
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
Bazılarının gelecekte sandıkları ‘bir gün’ geçmişte kalmıştır oysa; hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip ‘Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.’ dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O, boş yere bu sokaklarda aranırsınız…

Murathan Mungan

3 Ocak 2014 Cuma

GRİP BOMBASI

   
      Bu başlıkta birazcık haber programlarındaki kısa başlık gibi oldu yada manşet haber gibi ama olsun artık medyanın etki alanındayız zaten değil mi o kadarcık olsun...
      Yaklaşık bir yıl önce 28 Aralık 2013 Cumartesi günü başladı grip yolculuğu. Dünyanın en iyi annesi gitmiş olduğu misafirlik dönüşü şiddetli titreme sonucu biz bilmesekte her doktorun rahatlıkla anlayabileceği gribal enfeksiyonuna yakayı kaptırmış olduğu anlaşıldı.  Herşeyden bihaber ve hayata toz pembe olmasada mavimtrak bakan ben ise Pazartesi gecesi annemlerden çıkıp arabama bindiğimde kimseden habersiz yaşadığım titremeler sonucunda şifadan nasipdar olduğumu anladım. Ancak işin aslı daha sonra çıkacaktı. Bu bilindik griplere benzemeyen gribin yanında vücudun zayıf bölümlerinide arızalandırıp yanında götüren türden bir hastalık imtihanı imiş. Sonradan anladık ama iş işten geçmiş, bizim de nasibimize doktor sebebine tutunup, ilaçların arkasındaki şifa dağıtan ilahi iradeye boyun bükerek, kendi ellerimizle yürüdüğümüz Yüce Allah tarafından ifade edilen "Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder. Şura Suresi 30. Ayet" bu imtihan alanından yüz akı ile çıkmak düşüyormüş.
     Bu kadarlık yaşımda bir sürü rahatsızlık yaşamıştım. Bir sürü kaza, hastalık, alerji geçirdim. Çocuklarım ve eşimde geçirdi. Ancak bu kez daha bir farklı idi. Belkide bana öyle geliyordur. İnsan unutkandır ya hani öncekilerin zorluğunu unutmuşumdur.
     Çocuklardan ikisi rahatsız, eşim rahatsız ben rahatsız. beş kişilik aileden dört kişisi rahatsız :) Allah bundan geri bırakmasın. Bu günkü günümüze sonsuz şükürler olsun.
     Hastalık hımmm, tarif edeyim unutmamak adına geri dönüp okuduğumda... Pazartesi gecesi bir yattım, yatakta mıyım yoksa taş üzerinde mi, üşüyor muyum, yanıyor muyum, uyuyor muyum, uyanık mıyım hiç belli değil. Belli belirsiz rüyalar görüyorum, hayaller, bir sürü saçma bişiler, isteriksiz inlemeler, sanrılar, öksürükler... Çocuklar rahatsız onların sesleri, öksürükleri, burunları akar, gelirler bişiler söylerler ama yardım beklenen de yardım bekleyenlerden aşağı kalır yanı yok. O akşam eşimin ısrarı ile pekmez içtim. Pekmezin etkisi ile olacak ki içimdekileri dışarı çıkarttım. Gözüm açıldı, maymun olmasa da bu kul Allah'ın izni ile gözünü açtı. Haydeee acile muayene sonucu gribal enfeksiyon sonucu aşırı ilerlemiş bronşit. Eşimde aynı şekilde gribal enfeksiyon yanında bir kaç porsiyon sinüzit almış. Allahtan benim bronşit porsiyonum daha azmış. Ortanca çocuğu doktora götürdük. Sabahlı akşamlı 10 iğne verdi. Küçük çocuk ateş ikilisinin kuşatması altında perişan, 3 kez doktora götürdük. İğneye git gel, doktora git gel. Bizim hastalıklar cümbüş yapıyor gelişiyorlar. Bakalım inşaallah çocuklar iyileşsin de sıra bize gelecek.
      Bende amma yazmışım. Uzun yazmak için hasta olmak lazım heralde :) Şikayetimiz yok Yaratandan, çok şükür. Bu günümüze. Önümüzde o kadar çok nimet var ki! Saymakla bitiremeyiz.
      Cümlelerim anlamdan uzak bitişik ve bazen daldan dala atlamış gibi durabilir. Bunun için özür diliyorum.
      Son olarak her hastanın istemeye hakkının olduğunu düşündüğüm dua istemeye geldi sıra...
      Bizlerin ve bildiğimiz bilmediğimiz tüm insanların şifaya kavuşmasını diliyorum. Dua edelim inş. Önce manevi şifaya sonra maddi... Manevi şifa İslamla şereflenip bunun idrakinde olmak, maddi şifayıda fiziksel zindelik olarak alabiliriz.
     Hastalıklarımızın İnsanlığın Yüzakı, Peygamberimiz Hz. Muhammed (@)'ın aşağıdaki hadisinden umutlanarak işlediğimiz sayısız günahımıza keffaret olmasını Yaratıcımız, Eğiticimiz, Şifa Kaynağımız Yüce Allah'tan niyaz ederim...
      Ebu Hureyre ve Ebu Said (ra)'nın anlattıklarına göre, Resûlullah (@) şöyle buyurmuştur: "Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü'minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur." Buhari, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizi, Cenaiz 1, (966)
     Hayırla Kalın...

PaidVerts
my space statistics