25 Aralık 2009 Cuma

NEFES ALMAK


Hayatın yoğun temposuyla dolu dizgin giderken durup mola vermek istersiniz ya..
Ya da her şey üst üste gelir de “İmdat!” demekle kurtulmayı dilersiniz. Hani bazen yaşamınızın sorunlar yumağı olduğunu fark eder de çözmek için didinip durursunuz. Geriye dönüp baktığınızda bir arpa boyu yol alamadığınızı üzüntüyle anlarsınız. Böyle zamanlarda birkaç günlük kısa tatiller de işe yaramaz olur. Çünkü nereye gidilirse gidilsin aklımızdaki sıkıntıları da yanımızda götürüyoruzdur. Gece gibi olmuştur hayat bize. Ne yaparsak yapalım karanlığın içinde görünmez olur.
İşte ben tam da bu anlarımda nefes almanın ayrıcalığından yararlanıyorum. Hem en kolay yol da bu değil mi? Üstelik sabır eşiğimizi de yükselttiğini düşünüyorum. Görünen manzarada neyin eksik ya da fazla olduğu, neyin iyi ya da kötü olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Ortalığı yakıp yıkmadan, öfkemizi doğru yerlere kanalize etmemize sebep olurken, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan en az zararla çıkmamıza da vesile oluyor. Derin bir iç çekiş tepeden tırnağa kadar kişiyi rahatlatırken olaylara başka açılardan bakabilmek adına zaman da kazandırıyor.
Şanslıyım çünkü nefes alıyorum. İsteklerimi yerine getirebilmek için temelde ihtiyaç duyduğum tek şeye sahibim. Aldığım her nefes beni amaçlarıma bir adım daha yaklaştırıyor.
Minnet duyarak alıyorum her nefesi…
Taa ki bir gün nefes alma ayrıcalığımı yitirinceye kadar.

YOLNAME


Dostum, güneşe bak toprağa bak, suya bak buluta bak, fakat arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de... Unıtma, yolcu değişir, yol değişir ama menzil değişmez.
Yolcuya bakıp yolu tanıma.Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.Vahim olan yolun yolcusuz olması değil, asıl vahim olan yolcunun yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...
"En doğru yol, en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.Onlar karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.Aldırma.Ayağına batan dikenler aradığın gülün habercisidir.Dikenine katlanmaktan söz edenler aşıkmış gibi davrananlardır,
gerçekten aşık olanlarsa dikenini de severler.
Dostum, yollar yürümek içindir.Fakat, şu gerçeği de hiç unutma:Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir.Yol boyunca yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup gelen-geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları, telörgülerle çevirdiği yolu
kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı girip 50. metrede yola yatanları, yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce yolculuk üzerine zar atanları, yürümeyi bırakıp yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp
balıp dağıtanları, yanlış klavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.
Aldırma, yürü.Göğsüne yüreğinden başka muska takma.Vahiy haritan, Nebi klavuzun, akıl pusulan, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karaktarin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun.Doğru yol insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl
sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin.Unutma, tevbe özeleştiridir.Kendisini hesaba çeken, başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur.Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için
elzemdir.Yön tayini sık sık gerekli olabilir.Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir.Bir şey daha:Pusulanı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelereden uzak tut.İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir.
Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir.Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak durmalısın.Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzerindeki saptırıcı etkisini iyi hesap etmelisin.O'ndan başkasından korkarsan, korktuğunun başına musallat
edileceğini kesinlikle bilmelisin.Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır, yani kendi benliğinin sana kazdığı tuzak.
Hayırlı yolculuklar dostum.

14 Aralık 2009 Pazartesi

WALLPAPER_2

ORJİNAL BOYUTU İÇİN RESME TIKLAYINIZ...












13 Aralık 2009 Pazar

BİTMEYEN MACERA


Herşey, beklenmedik bir olaydır dünyamızda.
Ve her varlık, beklenmedik bir olayın sonucudur.
Sadece bunları sürekli görmemiz aldatır bizi.
Ve alışkanlıklar, gözümüzün önündeki harikaları kalın bir sisin ardına iter.
***
Bir ağaç gövdesi, kara topraktan beklenecek en son şeydir. Zaten ondan çıkmamıştır. Toprak içinde boy atar ağaçlar. Yüzlerce kilo ağırlığa ulaşır bazan. Bir dev gibi yükselir gözümüzün önünde. Fakat topraktan birşey eksiltmez o koca gövde büyürken. Işığı alır, işler ağaç. Suyu emer, işler. Fakat onların koca bir ağaç gövdesine dönüşmesi de aklın alacağı şey değildir. Yine de olmazlar olur. Ve hiçten çıkarcasına bir koca bina yükselir gözümüzün önünde. Bir şekil alır ağaç gövdesi. Dallara ayrılır. Sonra dallar da dallara ayrılır. Görünmez bir kalıbın içini doldurur gibidir ağac gövdesi. Bes belli, bir plân içinde yürür herşey. Ama o plânın eseri toprakta yok, havada yok, ışıkta yoktur. Bir şeklin, hele plânlı bir şeklin ne olduğunu onlar bilemez. Oysa ağacın mimarîsi plânlıdır, düzenlidir.
Ve bir hedefe doğru yürür herşey.
***
Beklenmedik olaylardan, beklenmedik başka olaylar çıkar. Cansız ve kaba bir cismin üstünde dünyanın en narin güzellikleri canlanır. Odunlar çiçek açar. Bir iskeletin dirilişindeki güzellik, ruhları hayran bırakır. Sonra çiçeklerin devri dolar. Ve yem yeşil yapraklar fışkırır kuru odunlardan. Hayatın tazeliği ihtiyar simaları süsler. Ve ardından meyveler pişer dallarda. Nasıl belirirler, nasıl renklenirler, nasıl tadlanırlar, nasıl parfümlerini sürünürler iştahları açmak için, bilinmez. Ama beklenmedik olayların da ardı, arkası kesilmez. Ağaç gövdesi, kendisinden hiç umulmayan meyveyi verdikten sonra, meyve de kendisinden beklenmeyeni verir. Toprağa düşer ve bir esrarlı yolculuğa çıkar:
İnanılmaz bir maceranın yeni bir bölümünü başlatmak için.
Ümit Şimşek

ANNECİĞİM, BENİ SEVERMİSİN?


Anneciğim Beni Sever misin?
Anne bağırır:
“Çabuk ol servisi kaçıracaksın!”
Baba kükrer:
“Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!”
Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman.
Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker günboyu. Sabahın köründe “benim annem ne zaman gelecek” diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi.
Aksam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkârlı saatlerde.
“Benim babam beni çok seviyor.”
“Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.”
“Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.”
Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları. Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatini yapmaya koyulurlar.
“Benim babam beni hamburger yemeye götürdü.”
“Biz hem hamburger yemeye gittik, hem de luna parka gittik.”
“N’apalim. Benim annem beni sinemaya götürdü. Arslan Kral filminde ağladık annemle birlikte.”
“Kızlar ağlar zaten. Ağlamanın neresi eğlenceli?”
“Biz babamla maç ettiğimiz zaman çok eğleniyoruz.”
“Benim babam benimle değil, arkadaşlarıyla maç etmeye gidiyor.”
“Bak demek ki benim babam beni daha çok seviyor. Bi kere biz ikimiz, yani babamla ben, maç ediyoruz.”
Pazartesileri hep böyle geçer.
Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu kanıtlamaya çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi kanıtlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar.
Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O Reklâm gelir aklına. Kahrolası reklâm. “Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?”
İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz doktu diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler.
Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi Karanlık bir kuyu olmazdı o zaman. Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi Anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra,
“Beni anneannem çok sever” diye bağırıverdi.
Sustu arkadaşları.
Söyleyebilecek bir şey bulamadılar bir an.
Akın boynunu büküp “benim anneannem yok” dedi.
Üzüldü o zaman. Ama geri dönemezdi. “benim anneannem beni çok sever. Masal anlatır bana. Yaramazlık yapınca “dayın da böyleydi” der gülerek.”
Arkadaşları ne kadar dinliyor diye sustu birden. Kendisine doğru yönelmiş meraklı bakışları keyifle izledi. Ağızları açık “Ee sonra?” diyorlardı.
“Sever beni. Masal anlatır. Hiç susturmaz beni. Ben konuştukça güler. ‘Hay çocuk’ der.
‘Sen beni güldürdün. Allah da seni güldürsün’, der.”
Herkes bir masal büyüsü ile dinlerken onu, anneannesini öteki çocuklarla paylaştığını düşünüp susuverdi.
Üsteledi arkadaşları. “Hadi anlatsana!” dediler.
Top havuzuna doğru koşup “Herkesin anneannesi kendine” diye bağırdı.
Akın itiraz etti. Hiç olmazsa arkadaşının anneannesinde tatmadığı bir duyguyu tadacağını düşünürken ne diye oyunbozanlık yapıyordu. Kızdı. “Herkesin babası kendisine” demiyordun ama!”
Duymazlığa geldi. Anneannesini hiç kimselerle yarıştırmak istemiyordu, iste o kadar. Aksam çabuk oldu. Bu oyunu kazanmıştı. Muzaffer bir komutan edasında dolaştı bütün gün. Artik annesine neden pazartesileri yuvaya gitmek istemediğini anlatabilirdi. Yorganın altına saklanmazdı bundan böyle. Her Pazartesi anneannesinden bir demet yapıp otururdu.
Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı : “Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti. “Sana yardim edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı.
“Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır “nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle soyluyor.”
“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan oluyorum.”
Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle Yorgun yorgunken...
“Anneciğim sen yorulma diye...”
“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
“Hani siz yoruluyorsunuz ya...”
“Eeee....”
“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“Ne yapayım?”
“Bilmem...”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
Işıklar sondu birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
“Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “bak deli tavsan” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hur dolaştı sağda solda. Otlarla, kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına,
“İsin bitince beni sever misin anne?” dedi.

İÇKİ


İçkili olduğu tüm davranışlarından belli olan bir adamı doktora derdini anlattı:
“Sabahları başımda büyük bir ağırlıkla uyanıyorum ve gün boyunca kendimi bir işe veremiyorum.”
Doktor biraz sonra kararını bildirdi:
“Siz de önemli bir rahatsızlık göremiyorum” dedi. “İçkiden olabilir.”
Hasta ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü:
“O zaman ben üç dört saat kadar sonra geleyim” dedi. “O zamana kadar ayılmış olursunuz.”

PaidVerts
my space statistics