30 Haziran 2009 Salı

SEYİRCİ



Seyirci / Bir Olmak Ya Da Olmamak Meselesi
Doğrusu, o zamana kadar hiç farketmemiştim etrafta olup bitenleri sadece seyrettiğimi. Meğer bir futbol maçını seyreden seyirciden farksızmışım. Bunu sahaya indiğinde anlıyor insan. Amatör bir futbol takımında oynadığım sıralardı. Yaşım onbeş-onaltı. Antrenörün gür sesini bugün gibi hatırlıyorum: "Seyretme oyunu; oyuna katıl!"
Yaşantımdaki bu kısa futbol tecrübesinden aldığım en büyük ders, işte antrenörün bu sözlerinde gizliydi. Hayat, seyredilecek değil, katılınılacak birşeydi. Ama neden o zamana kadar bunu farketmemiştim ki?
Doğrusu, bu sorunun cevabını, yaşadığı olaylara sonradan bakıp bir ‘yapıbozum ameliyesi’ gerçekleştirdiğinde daha iyi anlıyor insan. Bir kere, görmeniz gereken ilk nokta, kişiliğinizin temel taşlarının esas olarak iki ortamda şekillendiğidir. Bunlardan biri ev, diğeri ise okul ortamı. Ev ortamında asıl belirleyici olansa, annenizle aranızdaki ilişkidir. Sonraki yaşantınızı doğrudan etkileyeceğinden, çok kritik bir ilişkidir o. Bu ilişkide, eğer anneniz sizi ‘canı ciğeri’ olarak görüyorsa, hemen söyleyeyim, ciddi bir problem alanıyla karşı karşıyasınız demektir. Çünkü, bir annenin—terkten gayrı—çocuğuna yapabileceği önemli kötülüklerden biri, onu kendisine ait ve kopması mümkün olmayan bir ‘uzantı uzuv’ olarak görmesidir. Zira, aşırı şefkatten (ya da aşırı şefkat görünümündeki ‘sahiplenme’den) kaynaklanan bu ebeveyn tutumu, annenin izni ya da haberi olmadan sizin sandalyeden aşağıya inmenize bile müsaade etmez. Eğer o mutfakta ve siz oturma odasında olsanız ve hiçbir şey yapmıyor olsanız dahi, çok rahatlıkla şöyle bir soruyla muhatap olabilirsiniz: "Ne yapıyorsun orada?" (Sanki kendisinden habersiz hareket etmesi muhtemel olan bir uzvunu kontrol etmek istiyordur). [Meraklısı için: "Evladıyla Kardeşâne Münasebet," Risale Düşünceleri, Senai Demirci].
Böyle bir ortam, inisiyatif alma, farklı tecrübeler yaşantılama noktasında gayet fakir bir çevre sunar size. Bağımlı olmayı öğretir. Aslında, hiç ‘yok’sunuzdur. Ve bu şartlar altında, ‘yaşam boyu seyircilik’ yolunda birinci dersi almış olursunuz.
Seyircilik yolunda sizi daha sistematik bir şekilde ‘kemâle erdiren’ ikinci önemli ortam ise, okuldur. Öğretmeniniz, işte bu ortamda karşınıza dikilen bir otorite figürüdür. Çok konuşur, az dinler—o da sadece duymak istediklerini. O yüzden, içinizden geçenler, genellikle içinizde kalır. Zamanla, ‘içinizde kalan ve ifade edilemeyen bir siz’ ve ‘dışarıya sunduğunuz bir siz’ diye ikiye bölünürsünüz. ‘Öz’ünüzü değil, sadece ‘kabuk’unuzu (dışsal davranışlarınızı) eğitmeye, daha kötüsü sizi sadece ‘kabuk’tan ibaret kılmaya çalışan koca bir sistemle karşı karşıyasınızdır.
O yüzden, sizi düşündürtmekle, düşündüklerinizi söylemenizle değil, sadece işitme ve işittiklerinizi sonradan hatırlama kabiliyetinizle ilgilenilir. Enerji ve potansiyellerinizin, dört duvar arasına sıkıştırıldığını hissedersiniz. Ve, isyan etmeyecekseniz söyleyeyim, kendisi olamayan her insan gibi, elinizde tek bir seçenek kalır: uymak ve seyirci olmak.
Kanımca, bu tipik Türk ortamlarının (ki, bunun içine erkekler için asker ocağını da kesinlikle katmak gerekir) üzerimizde iki önemli sonucu oldu: Birincisi, adam gibi hiçbir işe elimizi bulaştırmadığımız—ya da bulaştırılmadığımız—için, bir iş başarmanın çok kolay olduğunu düşündük. İkincisi de, garip bir şekilde, aslında bir iş başarmadığımız için, kendimize hiçbir zaman tam bir güven duy(a)madık. Ama bu kendimize dönük aşırı güvensizliğimizi uzun süre kabullenemediğimiz için de, sonradan onu altı boş ve aşırı iyimser bir kendine güvene dönüştürmeyi de ihmal etmedik.
Tıpkı bir seyirci gibi! Zira, meselâ bir futbol seyircisi de, kendisi hiçbir zaman profesyonel futbol oynamamıştır; ama, her nasılsa, bu oyunun çok kolay olduğunu düşünür. O yüzden, meselâ ileride oynayan bir oyuncunun nasıl olup da gol kaçırabildiğini bir türlü anlayamaz. O oyuncunun yerinde kendisi olsa, kaçan golü atabileceğinden o kadar emindir ki... Acayip bir haldir bu. Mantığına gelince, daha da acayiptir: "Ben o işe hiç bulaşmadım, yani temizim, yani mükemmelim, yani o işi eğer ben yapsam mükemmel yaparım." Seyirci, bu şartlar altında, bir bakıma, kendi varlığının farkında olmayan, onu sıfırlayan kişidir. Bu boşluğu, varlığını, gerçek hayattaki ‘kötü örnek’lerin üzerinde hayalî bir ‘mükemmel örnek’ şeklinde konumlandırarak kapatır.
Bu anlamda, seyirci olmak, belli mekânlarda ve belli zamanlarda görülen bir kerelik birşey değil, bir yaşam biçimi, bir temel duruştur da. Ve bu temel duruş, hayatın farklı karelerinde rahatlıkla gözlemlenebilir birşeydir. Tıpkı, geçmiş günlere ait şu haberde olduğu gibi: Tenha bir caddenin ortasında yatan bir yaralı, onu çeken bir kameraman ve dilinden şu anlamsız sözler dökülen bir muhabir: "Evet sayın seyirciler, yaralı yerde yatıyor, ama hiç kimse ona yardım etmiyor!"
Yine bu yüzden, içinde yaşadığımız toplumda, ikisi de seyirci psikolojisiyle ilgili olarak, futbol ve siyaset daima gündemin en üst sırasındadır. Her ikisi için de aktif bir rol almaları sözkonusu olmayan yığınlar, mütemadiyen, bu alanlardaki ‘kötü örnekleri’ eleştirir ve kendilerinin onların yerinde olsa nasıl iyi şeyler yapacaklarını konuşurlar. Kahvehaneler, işyerleri, ofisler, sokak başları ‘aktif’ seyirci paylaşımlarının yaşandığı yerlerdir. Gerekli enformasyon da, yine bir seyir aleti olan TV aracılığıyla sağlanır. Böylece, seyirci olmak, bütün bir vatan sathına yayılmış gerçeğimiz olur çıkar.
Hâsılı, herşey bireye seyirci olmayı öğretir, hatta buna zorlar. Bana göre, tüm bunların kökeninde insanın nasıl tanımlandığı sorusu yatıyor. Ebeveynin çocuğuna bakışını alın. Bir annenin çocuğu, ‘kendi nezaretine verilmiş bir ferd olarak kavraması’ ile "kendisinin doğurduğu ve kendi sahipliğinde olan bir canlı olarak kavraması" aynı şey mi? Mantıksal olarak, birinci kavrayış, hem bir sorumluluk hem de çocuğun öznel kişiliğine saygı; ikinci kavrayış ise, annenin sahipleniciliği sonucu, ister istemez çocukta bir bağımlılık ve pasif bir seyirci tavrı üretecektir.
Yahut, ferdi, bir ülke ve milletin menfaatine harcanacak bir malzeme olarak gören eğitim anlayışı ile ülkeyi ferdin kendi duygusal, fikrî ve kişilik gelişimine katkıda bulunacak bir ortam olarak gören anlayış, okul denen kurumu çok farklı yapılandıracaktır. Birincisi, (özellikle tarih çarpıtmalarından hasıl ettiği hamasî diskurlar desteğinde) okulu, bugün olduğu gibi, ferdi pasifleştirerek ehlîleştirmenin (seyircileştirmeye) bir aracı olarak kullanacak; ikincisi, okulu, kabiliyetlerin kendi mecralarında gelişmesine katkıda bulunan ve eğitimi öznel deneyimlere dayandıran bir formata kavuşturacaktır.
Deneyim; burada ve bu yazının tümünde, anahtar kelime budur işte. Çünkü deneyim, hata yapma fırsatıdır, yapılan şeyin sonucunu görme şansıdır; bir tarz, kişilik ve karakter geliştirme imkânıdır; ve hepsinden önemlisi, özgürlüktür. Özgürlük ise var olmaktır.
Bir deneyin isterseniz.
Elbette, tribünlerden inmeyi unutmadan...
Ömer Baldık - Zafer Dergisi Kasım 2001

PaidVerts
my space statistics