25 Mayıs 2010 Salı

KENDİ KUTUP YILDIZINI BUL

Yeni bir kitap aldım ve okumaya başladım. Güzel ve faydalı olduğunu düşündüğüm kitabın sunuş bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlerde kimbilir içeriğinden alıntılarda yaparım...
Faydalanacağınızı umduğum kitaptaki sunuş şu şekilde...



SUNUŞ
Hayatınızı yaşıyor musunuz, yoksa sadece hayatta kalma mücadelesi içinde misiniz? Seçtiğiniz hayat sizi mutlu edi¬yor mu? Hayalini kurduğunuz her şeye sahip misiniz yoksa artık hayalleriniz sizin için çocukluğunuzdan kalan tadı anılarınız kadar silikleşti mi?
Belki orta yaşınızı geçtiniz, belki kendini yaşlı hisseden bir genç, belki hayatınızın göz açıp kapayıncaya tek tüken¬miş olduğunu düşünen yaşı olmayan bir yaşlısınız. Biliyor musunuz bir gün gelir bakarsınız; O güne dek hep sıra dı¬şı olmayı düşlemişsinizdir. Ama birden ne kadar sıradan bir yaşamınız olduğunu fark edersiniz. Ertelenmiş hatta unutmuş olduğunuz hayallerinizin yerini yaşam mücadelesi almıştır artık. Öncelikleriniz de değişmiştir. Çocuklarınız varsa onlar için, yoksa sevdikleriniz için yaşamaya başladı¬ğınızı fark edersiniz. Peki ya siz...
Orta yaşın hangi yaş olduğunu sorguladığım günlerdi. Gerçekten de Dante'nin dediği gibi 35 yaş ömrümüzün or¬tası mıydı? Peki Roma döneminde insan ömrü ortalaması¬nın 35 yıl olduğunu öğrenince buna nasıl inanabilirdim? Ayrıca Büyük İskender henüz 21 yaşındayken Dünyayı fethetmişti ama çevremdeki orta yaşlı insanların pek fethede-bildikleri bir şey yoktu. Tıp bilimi bu kadar gelişmeseydi sanırım 1900'lerin başında 40 yaş olan ortalama insan ömrü o düzeyde kalmaya devam edecekti, işte o günlerde hâlâ ne-rede olduğunu hatırlamadığım bir kitapta aşağıdaki anlama gelen bir cümleye rastladım. Yazar şöyle diyordu:
Eğer yaşamınızda daha yapacak çok şeylerin olduğunu hissediyorsanız ve arzularınızı gerçekleştirmek için kendini¬ze "daha zamanım var" diyorsanız gençsiniz.
Ama eğer yapacaklarınız için "kalan" zamanı hesapla¬maya başladıysanız, yaşınız kaç olursa olsun, orta yaşınızı geçmişsiniz demektir.
Evimdeki kitapların sayısını bilmiyorum. Duvardan duvara uzanan kütüphanelerim artık üst üste yığılan kitap¬ları taşıyamaz oldu. Zaman zaman içinden bir kısmını ayı¬rıp doğudaki bir üniversitemize gönderilmek üzere beledi¬yeye vermem ya da bazı hayır kurumlarıyla ihtiyacı olan okullara göndermem de işe yaramıyor. Bu kadar kitabın içerisinde aradığım bir cümleyi yeniden bulamamış ve hâ¬lâ bulamamış olarak beni üzdü ve öfkelendirdi. "Keşke", diye düşündüğümü hatırlıyorum, "keşke beni etkileyen, motive eden, hayata karşı bakışımı ve duruşumu değiştiren tüm sözleri, hikâyeleri bir yere not alsaydım, böylece onla¬rı yeniden hatırlamak istediğimde nerede bulacağımı bilirdim." işte bu kitap böyle doğdu.
Ben müthiş bir merak duygusuna sahibim ve gerçekten hayatla ilgili merak ettiğim konularda değer verdiğim in¬sanların fikirlerini önemserim, sık sık sohbet ederim onlar¬la. "Sıradışı zekâlar"dır onlar... Onlar benim dostlarım, ça¬lışma arkadaşlarım bazen hiçbir şeyim ama benim için önemli insanlar. Sohbet etmekten keyif aldığım insanlarla konuşurken okumuş olduğum, beni etkilemiş olan anekdotlarla konuşmamı desteklemek hoşuma gider. Karşımda kiler de benim gibi olduğu için bir müddet sonra sohbet keyifli bir tenis maçına döner. Ozlu sözler karşılıklı gelip gitmeye başlar. Sohbetinizi zenginleştirmenin yolu elbette ki okuduklarınızı aklınızda tutmaktan geçer. Eğer ÇOK fazla* kitap okumuyorsanız bu çok zor olmaz, ama kitap okumak artık sizin için günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıysa ve bir yandan da günlük sorunlarla boğuşmanız gerekiyorsa, zaman zaman aklınızı ve ruhunuzu bir yere odaklamakta zorluk çekebilirsiniz. Bu zorluğa unutkanlık diyebilirsiniz. Gerçek hayat bazen çok acımasız olabiliyor.
Elbette bu kitapta okuyacağınız satırlar, siz sadece soh¬betlerinizi zenginleştirin diye buraya konmadı. Bıı kitapta okuyacağınız her şey beni derinden etkilemiş olan cümle¬ler. Yaşam enerjimi yitirdiğimi hissettiğimde ya da zorluklarla baş etmede yeterli güce sahip olmadığımı düşündü¬ğümde bana güç veren cümleler.
Bu kitabı okurken bir şeyi fark etmenizi istiyorum; in¬san olarak hayatta yaşadığınız her şey, üzüntüler, mutluluklar, ümitsizlikler aslında evrensel. Bu kitapta yazılarından ya da söylemlerinden alıntılar bulacağınız kişiler her çağ¬dan, her yaştan ve her ülkeden yüreğimize sesleniyorlar. Leonardo da Vinci'den Mevlana'ya, Epictetos'dan Karharine Hepburn'e, Stendhal'den Rahibe Teresa'ya kadar her¬kes burada size, bana, insanlığa sesleniyorlar. Bu kitapta herkes var, bir Romalı köleden dünyayı değiştirmiş devlet adamlarına kadar herkes. Bazen çok tanınmamış yazarların sözleri bazen de kaynağına ulaşamadığım anonim özdeyiş¬ler... Kim söylemiş olursa olsun her birinde kendinizden bir şeyler bulacağınıza, hepsinden öğrenecek bir şeylerimiz olduğuna inanıyorum. Ama bize verdikleri ilk ders sanırım şu; kim olursak olalım, ne olursak olalım hepimiz insanız ve insanca duygular hep aynı. Örneğin başarı ya da başarı¬sızlık korkusu, kendine güven ya da kendini yetersiz gör me, örneğin aşk... Bu duygularımız coğrafya tanır mı? Dünyanın öbür ucuna da gitseniz aşkınız, nefretiniz ya da hayalleriniz sizi bırakır mı? Sizi bilmiyorum ama yaşadığım tüm duyguların bu kadar evrensel olduğunu "hissetmek" beni epey rahatlatıyor. Biz bunu zaten biliyoruz, dediğinizi duyar gibi oluyorum; eğer öyleyse size şu soruyu sormak is¬tiyorum: Bir şeyi bilmek ile hissetmek aynı mı?
Peki bu kitabı nasıl okumalısınız?
İlk gençlik yıllarımda beni en çok etkileyen kitaplardan biri Richard Bach'ın "Mavi Tüy" adlı kitabı olmuştu. Bu kitabın gizemli bir kişi olan kahramanının adı Donald Shimoda idi. Donald bir gün bir sohbet sırasında, yol gösteri¬ciliğini üstlendiği Richarda elindeki kitabı nasıl okuması gerektiğini anlatır. Kitabın sayfa numaraları yoktur, Don şöyle der:
"Elindeki kitabı rasgele aç; gerek duyduğun bilgiyi ora¬da bulacaksın..."
"Bir sihir kitabı!"
"Hayır, bunu her kitapla yapabilirsin. Eğer yeterince dikkatli okursan eski bir gazeteyle bile yapabilirsin. Daha önce hiç denemedin mi? Aklına bir sorun getir ve elinin altındaki ilk kitabı açıp sana ne anlattığına bak."
Evet bu bir sihir kitabı değil! Ama onu biraz sihirli bir hale getirmeye ne dersiniz?
Aklınıza bir soru getirin, herhangi bir sayfayı açın ve gözünüze ilk çarpan cümleyi okuyun. Ne buldunuz? Buldu¬ğunuz satırları yeniden yeniden okuyun, harflerin size ne-ler fısıldadığını duymaya çalışın. Fısıltıları duyacaksınız.
Bu kitapta seçili olan başlıklar bir düzen takip etmiyor. Herhangi bir sıralamaya göre dizilmediler. Siz de okurken baştan başlayıp sona doğru okumak zorunda değilsiniz. Rastgele bir sayfa açıp oradan başlayabilir, atlayarak okuya¬bilirsiniz, kitap anlamını yitirmeyecektir. Benim size öne¬rim bu kitabı bir roman gibi okumak yerine başucunuza koyun. Sabah uyandığınızda elinize alın, herhangi bir say¬fasını açın ve ne yazdığına bakın, okuduğunuz satırların si¬zin güne moralli başlamanızı sağlamasına izin verin. Za-man zaman aynı cümleleri yeniden okuyun, böylece kendi¬nizi kötü hissettiğiniz bir anda onları hatırlayabilirsiniz.
Hayatta başarıyı kovalıyorsanız ama size sizden başka kimsenin inanmadığını düşünüyorsanız, başarılı olacak enerjiyi asla kendinizde bulamayacaksınız demektir. Öyley¬se R. Goforth'un şu sözleri sizin için bir anlam ifade ede¬bilir:
"Sana bu dünyada bir şeyi değiştiremeyeceğini söyleye¬cek iki tür insan vardır. Biri böyle bir şeyi denemekten kor¬kanlar; biri de senin başarılı olmandan."
Lani Guinier, Harvard Üniversitesi, hukuk fakültesin¬de bir dersinde öğrencilerine şu sözleri söylüyor:
4Size, insanların sizin fikirlerinizi beğenmedikleri, davranışlarınızı onaylamadıkları zaman neler olacağını anlata¬yım; önce hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Oysa hayatta ba-şarılı olmanın ilk şartı, başarısız olmaya dayanacak kadar sağlam sinirleriniz olmasıdır. İnandığınız şeyleri vazgeçmekden sonuna kadar savunmak ve yapmaktır, bunun so-nucunda bazı insanların sizi sevmeyeceğini bilseniz bile... Başarı, doğru olduğuna inandığınız şeyi yüksek sesle söyle¬yebilme, hatta haykırabilme cesaretidir, kralınızla başınızın derde gireceğini bilseniz bile..."
Başkalarının hayatını yaşamaktan, başkalarının arzularını karşılamaya çalışmaktan yorulduğunuzu hissediyor musunuz? Hayat dört bir yanınızı saran karanlık bir orman gibi mi? Kendinizi kaybolmuş, karanlıklar içinde çaresiz hissediyorsanız üzülmeyin... Sizi karanlıklardan çıkaracak olan birisi var. Kendiniz, başınızı yukarı kaldırın, bakın ve görün, kutup yıldızınızı bulun, onu izleyin. Hangi yıldız ol¬duğunu ayırt edemiyorsanız üzülmeyin, kalbinizin sesini dinleyin; o sizin pusulanız olacaktır.
15 Nisan 1452'de dünyaya gelen Leonardo Da Vinci, yarattığı eserlerle Rönesans sanatına yön vermiş, ünü za¬manı aşarak günümüze kadar ulaşmış ender sanatçılardan biridir.
Bu meşhur sanatçının yaşamdaki zorluklara bakış açısı şöyledir:
"Engeller, zorluklar beni yıldıramaz.
Her engel, beni daha iyiye doğru kaçınılmaz bir değişi¬me iter.
Gözünü bir yıldıza diken kişi, kararını değiştirmez."
Siz de kendi kutup yıldızınızı bulun ve gözünüzü on¬dan ayırmayın.
Sizi, umutsuzluğa düştüğünüzde kutup yıldızınızı bul¬manızı sağlayacak ve hayada mücadelenizde içinizdeki güce güç katacağını umduğum bir derlemeyle baş başa bırakıyorum.

Umarım faydalanırsınız ve hayatınızı geliştirir...

İNSANLAR



Merhaba,
Bugün farklı bir olay oldu yada bana öyle geldi bilmiyorum.
Dairede çalışırken bir ihtiyar amca geldi. Ben:
-Buyrun! dedim. duymadı herhalde diye kalktım kapıya doğru gittim ve yine --Buyrun dedim. Yine bişi demedi. biraz sesimi yükselttim:
- Buyur Amca! bişimi istiyorsun dedim.
amca bana baktı. Kimse yok mu? dedi...
Ben güldüm. Şaşırdım. Çünkü odada ben vardım birde arkadaşım vardı.
-Biz kimse değil miyiz? Bizi adam yerine koymuyor musun? dedim. Gülerek,
Amcada bana baktı imalı imalı...
-Burda bir bayan vardı onu soruyorum.dedi.
Arkadaşım devreye girdi ve para işin mi var dedi. Borcun mu var dedi. Bağırarak..
Amca da;
-Evet para işim var. dedi. Bizde kendisini yan daki odaya yönlendirdik.

Olay enteresan geldi. Değişik tipte insanlar var. Kimbilir kendisi bizim hakkımızda ne düşünüyordur. Çekindi mi? Söyleyemedi mi? Anlayamadık tabi neden geldiğini ama anımızda böyle bir yerde duracak daima...

20 Mayıs 2010 Perşembe

BAYRAM



Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...

Güne gülümseyerek başlamak bayramdır.

"İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.

Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.

Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun!

Can Dündar

Can Dündar'ın yazılarını genellikle beğenirim. İnsanın elindekilerin değerini bilmesi ve mutluluğu yakalaması ve bayramın hakiki anlamını bulduğu bir yazısı...
Bayramlarımızı yeniden gözden geçirmeli mi ki?

18 Mayıs 2010 Salı

MERSİN GEZİSİ

Yeniden bir başka günden merhaba,
Kısa bir süre önce blogumu inceleyen sevdiğim bir arkadaşım neden gezdiğin yerleri yazmıyorsun, oraları ve deneyimlerini paylaşmıyorsun demişti, bu bana b iraz uzak bir düşünce olduğu için düşündüm ve dediği gibi yapmaya gezdiğim yerler sanki çok olcakmış gibi :) paylaşmaya ve izlenimlerimi yayınlama gereği duydum. Arkdaşımın kulağı çınlasın...



Bu hafta sonu Mersine gitmiştik arkadaşlarla ve benim ilk kez güneye doğru yol alışımdı bu yolculuk. Güzel geçti, değişik yerler ve insanlar gördük. Değişiklik oldu. Mersin çok güzel bir il biraz kozmopolit demişlerdi arkadaşlar, sahil kenarını gördük bir sadece zamanımız yoktu pek. Orada Ford-Alfa Romeo servisinin bitişiğinde bir akaryakıt istasyonu var o işyerinin sahibi bize çok yakın davrandı, çok sevecen iyi bir insandı adını ve akartakıt istasyonunun ismini alması aklıma o an gelmedi ama anılarımda. Diğer yandan birlikte gittiğimiz arkadaşın okul arkadaşı karşıladı bizi birlikte kahvaltı ettik. Mersinin Sıkma'sı meşhurmuş ben bilmiyordum. Bizim gözleme gibi içerisine peynir katıyorlar sonrada onu börek gibi yuvarlıyorlar çok güzel bi yiyecek oluyor. Hamur işi sevenlere ideal. Daha sonra yolumuza devam ettik. Yolumuz Silifkeye kadar uzanıyordu. Silifke denince akla hemen "Silifkenin yoğurdu, kız seni kimler doğurdu" geliyor değil mi? :)


Yol üzerinde Kız Kalesi vardı ve biz burayı epey bi gezdik. Antik denecek bir yapı ve ilginç bir efsanesi var. İçerisinde bir kilise ve yıkılmış binanın mozaikli desenleri var denizin ortasında güzel bir yapı... Restore edilmiş yakın zamanda sanırım. Kız Kalesinin fotoğraflarını da çekmeyi ve anı olarak muhafaza etmeyi unutmadım :)



Ok atmak için dikey yerler yapmışlar. Efsanenin aksine Kız Kalesi beldesindeki şehri korumak amacıyla yapılmış bir kale.
Efsanesi de şöyle: Zamanın padişahına kahinler kızının yılan sokması nedeniyle öleceğini söylüyorlar. Padişahta düşünüyor taşınıyor kaşınıyor bir kale yaptırıyor. Kızını bu kaleye koyuyor. Amaç yılan sokmasın. Ancak yine ecel tecelli ediyor kaleye gelen sepetlerin birinde yılan geliyor ve kızı sokup ölümüne neden oluyor. Googleden de araştırdığınızda bulunur sanırım.



Daha sonra Susanoğlu beldesine geçtik. Güzel bir yer. Sanlı insanları var cana yakın sahili güzel. Ancak daha sezon açılmamış mış açılında daha yoğun olurmuş. Suyu harika ama sahilin dalgaların en son geldiği yere yakın olan bölümünde bize yakışmayan çöp pislikleri bira şişeleri, çöp poşetleri, cips poşetleri var onun haricinde güzel herşey.

Yolda yemekte yedik yemek zevklerini çok beğendim ve çokça hoşuma gitti. Sipariş verdiğiniz yemekten ziyade yan mezeler doyuruyor insanı bizim iç anadoluda böyle bir kültür yok. Yemek yanına en fazla salata verirler oda söylerseniz. Bence büyük eksiklik.
Gelirkende çok güzel yolculuk ettik her ne kadar yorucuda olsa...
Güzeldi, insanın yeni yerler görmesi daha farklı oluyor. Ne dersiniz...

9 Mayıs 2010 Pazar

KADARDIR


Bardağı taşıran
Şu son damlanın
Taşımdaki payı,
İlk damla kadardır

Ne suçla son damlayı
Ne de bir misyon yükle
Tut ki taşacak bardak
Okyanus kadardır

Ne damlalar damladı yüreğime
Taşmadı, taşmayacak
Sandığın her gerçek
Gördüğün kadardır

Sana kim öğretti yüzmeyi
Balıklı'da kim tuttu belinden
Attığın her kulaç
Yüzdüğün kadardır

Tanımadan sevme kimseyi
Tanıyınca sevmeyebilirsin çünkü
Sevdiğin her insan
Bildiğin kadardır

Tanıyıp da sevseydin beni
Zaten tanıyınca olur bu iş
Attığın her yanlış adım
Gittiğin kadardır

Gözlerinden akan her damla yaş
Taşırır yüreğimi
Ağlayan her göz
Güldüğü kadardır

Gözlerimden akan her damla yaş
Taşırır mı yüreğini?
Rakamlar hayatımızda
Saydığımız kadardır

Uzay entarisi sözüm söz
Belki Seksen yaşımızda
Verdiğim her söz
Tuttuğum kadardır

Bana ömrünü verdin
Saçının koyu kızılını
Yaşattığım her acı
Tattığım kadardır

Sana hiçbir şey vermedim
Saçımın siyahını bile
Yaşattığın her acı
Tattığın kadardır

Şiirlerimi versem, biliyorum
İtersin elinin tersiyle
Okuduğun her şiir
Yazdığım kadardır

Sanırım ayrılıyoruz
Yapacak bir şey yok gibi
Verilecek her karar
Aldığın kadardır

Naci Elmalı

5 Mayıs 2010 Çarşamba

ATLARI DA KANDIRIRLAR...



Uploaded with ImageShack.us
Jimmy, Buddy adındaki atını yularından tutmuş, kasabaya gidiyordu. Birden, birkaç adım ötesinde otomobil yolun kenarındaki çukura düştü. Jimmy bir solukta koşarak, otomobilden çıkmaya çalışan genç sürücünün yardımna geldi.
Sürücü kazadan yarasız kurtulmuş, otomobili çukurdan kalmıştı.
“Onun da bir çaresine bakarız” dedi Jimmy ve atını getirdi, bulduğu bir halatın bir ucunu Buddy’nin beline bağladı, öteki ucunu otomobilin sağlam bir yerine bağladı ve “Haydi Nelly, çek bakalım yavrum” diye bağırdı. At, yerinden kıpırdamadı bile. Jimmy bu kez, “Haydi Buster” diye bağırdı. “Haydi Buster, göster kendini...” At yine kıpırdamadı yerinden. Jimmy bu kez, atına adıyla seslendi: “Haydi Buddy, asıl yavrum, çek yavrum...”
At adını duyar duymaz birden harekete geçti ve ileri bir hamle yaparak otomobili çukurdan kurtardı.
Kazayı yapan genç olanlara akıl erdiremedi.
“Karşılık vermeyeceğini bilmenize karşın, atınıza iki kez neden başka adla seslendiniz?” diye sordu.
Jimmy işin püf noktasını açıladı:
“Buddy’nin gözleri görmez” dedi. “O iki ismi, onu şaşırtmak için söyledim. Buddy otomobili tek başına çekeceğini anlasaydı, kılını bile kıpırdatmazdı.”

PaidVerts
my space statistics