24 Ocak 2010 Pazar

SON YAPRAK


Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katli bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.
Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürre hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...
Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasından "on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına "sekiz" ve "yedi". Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi. "Artik hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama simdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı simdi." "beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."
Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum. Ondan sonra ben de gideceğim." diyerek cevap verdi.
Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu.
Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.
"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim." Ağır ağır gecen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hala yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.
Ölümü istemek günahtır. Simdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi. Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; simdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürre. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.
Ertesi gün Doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artik iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.
Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi bastan aşağı sırılsıklam, her yani buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akil sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.

22 Ocak 2010 Cuma

WALLPAPER_3

RESMİN ORJİNALİ İÇİN LÜTFEN ÜZERİNE TIKLAYINIZ...










19 Ocak 2010 Salı

EMANET


Kökler, en iyi, en sadık dost toprağa; toprak, yüreğinden kopup her şekle bürünen ağaca; ağaç, tüm yataylara inat yıkılmadan duran dallara; dallar, havanın ve suyun lezzetiyle yeşermiş yapraklara; yaprak, narin ve nazik yaşamını kutsayan bir sufi gibi eğilen meyvelere; meyve, ruhunun güzelliklerini hayatıyla feda eden çiçeğe emanet…

Çiçek, kıymetini yitirmeyen bir mekâna; gövde, kırmayan ve incitmeyen nezih bir ele; el, dokunduğu zarafete ihanet etmeyen hisse; gül, gökkuşağının rengine belenmiş gözyaşına ve tere, hercai güzellikler, göç etmeyen bir iltifata emanet…

“Eller”, kanayan bir yaranın heyecanıyla titrek parmaklara; diller, sadece hayır söyleyip üzmeyen, ümitlendiren titrek ama kendinden emin dudaklara; yürekler, zemherinin soğuğundan etkilenmemiş, kıpır kıpır mutluluk pompalayan engin bir ruha; hayat, gerçekleri özünde saklayan, hakikati barındıran, kevseri hatırlatan, düşününce ağlatan nutfeye emanet…

Yüzler, hakikatin ziyasına belenmiş ve onla beslenmiş nura; sözler, gerektiğinde bir çığlık, gerektiğinde bir isyan, gerektiğinde, bir yakarış aramış bir muhataba; hisler, yanıcı ve yanıltıcı olmayan bir turnusol kağıdı gibi dosdoğru tene; gizler, ser verip sır vermeyen, yok olmayı varlıkla eşdeğer kılan bir izana emanet…

Kuşlar, özgürlüğün ilk habercisi güçlü kanatlara; kışlar, hijyenin ve baharın atmosferine seyyah dengeye; düşler, tamamen hapsedilememiş derin bir alamet taşıyan bilinçaltına; yaşlar, ruhun ve kalbin tüm kirlerini anında arındıran bir sebebe emanet…

Yaşam, varlık ve yokluk ötesi, sırat evveli ince bir çizgiye; gelecek, inadına ve sürekli olarak akan ebede; anlar, yaşamın her anını yansıtan, her türlü rengi aynı potada eritmiş mutlu karelere; yıllar, bir ağaç gölgesindeki kadar kısacık bir zamana; geçmiş, tekerrürün tekrarına gerek duymayan ölüme; ölüm, kimine düğün, kimine hüzün görünen mezara; aylar, topyekün bir isyana hazırlanan bedevi hazana emanet…

Dostluk, hayatın her karesini kuşatan mutluluk bestesi bir cana; sevgili, iltifatın ve ikramın en son raddesini hak eden, hayatın kaynağı, kalbin usaresi, beynin ve kalbin pozitif enerji pompalamasına neden olan bir canana; canlar, küllerin ve güllerin serseri rüzgârlarla terki vatan eylemediği, insanın en mukaddes yaratık kabul edildiği, “birbirinin kurdu” değil, birbirlerinin derdiyle hemhal olan bir vatana emanet.
-Nelerin esiri olduğunu bilen, hürriyetin eşiğindedir.
Zekeriya Elifoğlu - Sana Yazdım

19/02/2010

Bazı zamanlar, çeşitli yazarların yazılarına bakar imrenirim. Ne kadar güzel yazılar yazıyorlar, ne kadar değişik bilgiler ve detaylar yakalıyorlar derim. Ancak kendim bişiler karalamayı, bir takım fikirlerimi yada düşüncelerim, yerinde veya yerinde değil yazmak aklıma gelmez. Artık buna bir son vereyim dedim ve bende bazı günlerde böle aklıma dökülenleri, dimağımdan ve parmaklarımdan geçip sanal ortama aktarılabilecek fikirlerimi yazmak istedim. Neden yazmayayım dedim.
Bu akşam bu karalamalara başladım. Belki bir gün biter belki bu ilk ve son olur bilmiyorum. Şuan ki düşüncem devam etmem gerektiğidir. Allah (cc) harflarinden hayırlar dökülen yazılar yazmayı nasip eylesin. (amin)
Arkadaşlık...
Arkadaşlık çok değerli midir?
Bence arkadaşlık tanıdık kelimesinin biraz daha gelişmişidir ancak çok değerli değildir. Kelime manasına bakarsan insana destek olan sırtını dayayabilecek kişi anlamına gelsede günümüzde arkadaşlık öle bişi değil.
Dostluk...
Kesinlikle en sevdiğim kelimelerden bir tanesi...
Ve her insanın hayatından en az 1 dostu olmalıdır diye düşünüyorum...
Şükür ki benim dost diyebileceğim kişiler yeteri kadar var...
İnsanlar günümüzde en çok dostsuzluk hastalığından muzdaripler...
Dostsuzluk hastalık mı? Kesinlikle, çünkü anne babamızı seçemesekte dostlarımızı bizler seçeriz...

18 Ocak 2010 Pazartesi

İSTANBUL VE AŞK


İstanbul ve Aşk deyince belki insanın aklına ilk gelmesi gereken hususlardan bir tanesi mekanların insanlara olan hizmeti ve onlara sindirdiği güzellik duygusudur. Eğer bu mekanlar yaşadığınız yerler sizin içinize bir güzellik katıyorsa bu aşkın orada bir görüntüsüdür.

Fatih’in İstanbul’u alırken aşk ile hareket etmiş olmasının getirdiği bir yaptırım vardır ki , II. Bayezid şehri imar ederken şehrin estetik boyutunu, yani insan ruhuna nasıl olumlu yansır sorusunu daima gündemde tutmuş ve şehri ona göre imar etmiştir. Biliyorsunuz İstanbul’u İstanbul yapan II.Bayezid’tır. Fatih'ten sonraki dönemde her tarafı o imar etmiştir. Yollar yapılmıştır, Bizans’a ait köhnelikler ortalıktan kaldırılmıştır, şehrin bütün güzellikleri ortaya çıkartılmıştır. Bizans’ın eserleri bile ortaya çıkartılmıştır. Hepsi korunmuştur ayrıca. Bütün bunlar içerisinde aslında II.Bayezid’in yapmak istediği şuydu:

Bu şehir, şâirin ifadesiyle bilgelik madeni, irfan ocağı, sokaklarında mârifet satılan bir şehir. Mârifet kumaşlarının ölçüldüğü, kesildiği ve biçildiği, insan elbiselerinin mârifet kumaşıyla dikildiği, şehrin duvarlarının kültürle örüldüğü, kültüre yansımayan hiçbir tuğlanın hiçbir evin duvarına konulmadığı bir şehirden bahsediyoruz. Yani bu şehirde aşk illaki iki insanın birbirini sevmesi manasına gelmez. Belki Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yokuşundan yukarı doğru tırmanırken insanın terlemesi manasına gelir, belki Yahya Efendi’nin orada bir akşam serinliğinde bir boğaz manzarasıdır aşk, öbür taraftan baktığınızda belki Ebû Eyyub-el Ensâri (r.a)’de iç dünyasına dalıp gitmenin adıdır. Yahut ta o derin serviliklerin altında mezarların içerisinde biraz kendisine dünya ve zaman kayıtlarından sıyrılmış bir ânın hikayesidir.

Pierre Loti, Hatice hanım’a orada aşık olduysa Hatice hanımın çok güzelliğinden değildir. İstanbul'un güzelliğindendir. İstanbul’da böyle bir hayatı yaşamak istemesindendir birazda. Eyüp Sultan gibi Pierre Loti sırtı gibi bir yerden şehre baktığınız zaman yanınızda olan insanı güzel görmemeniz mümkün değildir!..
İskender Pala

PENCERE


Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine tasınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komsu da çamaşırları asıyormuş.
Kadın kocasına; “Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.” demiş.
Kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komsusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komsusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış
“Bak” demiş kocasına ”çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba?”
“Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim” diye cevap vermiş kocası.
Hayatta da böyle değil midir?
Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce zihin durumumuza bakmak ve “iyi” olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek güzel bir fikir olabilir...

14 Ocak 2010 Perşembe

MUTLULUK

5 Ocak 2010 Salı

GÜNAYDIN

ANNECİĞİM

1 Ocak 2010 Cuma

SON DERS

İnternette Gezinirken Rastladığım Türkçe Altyazılı bir sunum.
Ben beğendim...
Umarım sizlerde beğenirsiniz...


PaidVerts
my space statistics