8 Kasım 2014 Cumartesi

MALTA İZLENİMLERİ



Anne şefkatinden mahrum kalan bir çocuğu hiçbir güneş ısıtamaz, özdeyişi Malta'yı ne güzel tarif ediyor.
Güneşi, denizi, Avrupa Birliği ve Euro hiçbirisi, Allah'ın rahmetinden ve Rahmeten lil Alemîn'in şefkatinden mahrum bu adayı mutlu edemez.
Yüzlerce yıl Arap Müslümanların yaşadığı, Trablus'la içli dışlı olmuş, Müslüman denizcilerin barınağı, Turgut Reis'in şehadet şerbetini içtiği bu şövalyeler adası, ne derece bozulsa da Arapça içe­ren dili, 'trik' ile başlayan sokak isimleri ve trafik levhalarındaki 'merhaba' yazısına kadar bize ait izlerle dolu. Mdina (Medine), Rabat, Ghzira (Cezi­re) gibi pekçok şehir hâlâ Arapça isim taşıyor.
Fakat ne yazık ki bu ada, küfür, sefahet, ihanet ve dalaletin eline terkedilmiş. Hatta öyle ki, kilise ve mutaassıp Hıristiyanlar ve bilhassa ihtiyarlar, buradaki İslamî hizmetleri hazmedemeyip, kar­deşlerimizi Müslüman misyonerler diye sınır dışı ettirmişler. Ancak şimdi, bugün gelinen dinsizlik ve sefahetin en uç noktalarından kendileri şikâyet etmeye başlamışlar.
Bir dönem Libya ile iyi ilişkiler geliştirdikleri için Kaddafi buraya güzel bir cami yaptırmış. Minaresi ve geleneksel Arap mimarisinin bütün özelliklerini taşıyan bu cami ayrıca okulu, mezarlığı ve İslam Kültür Merkezi ile tam bir külliye olmuş.
Ayrıca şu an benim kaldığım semte yakın bir semtte de Müslümanlar bir villayı tamamen mesci­de çevirmişler. Burada Cuma ve vakit namazlarını kılıyorlar.
Buraya İngilizce öğrenmek için dil okullarına gelen Türk öğrenci sayısı çok fazla. Belki de en
fazla bizim gençler var. Fakat malesef kendilerini sefahetin içinde bulan bu gençler, herkesin illallah dediği tiplere dönüşüyor. Neyse ki, az sayıda da olsa kendini muhafaza etmeye çalışan temiz genç­leri görüyorum.
Denize yakın yerlerde, dünyanın heryerinde olduğu gibi plaj kültürü hâkim. Bu Türkiye'de de farklı değil. Ne hazin ki İngilizce okulları ve kursları tatil moduyla birleştirildiği için, plaj ve gece hayatı (bar, disko vs.) öğrencileri kuşatmış durumda. Ancak denize uzak olan semtler ve şehirler nis­peten daha iyi. Adanın turizm yatırımını ön plana almış olması ve sınırsız özgürlük fikri, bizim Akde­niz ve Ege şehirlerinde de olduğu gibi hertürlü melanete kapı açıyor.
Ancak Türkiye'de turistik şehirlerde zor da olsa yapılan iman hizmetinin bir benzeri burada inşa edilebilir. Böylece bu kadar Türk öğrenci sefahete terk edilmemiş olur. Binde bir de olsa, burada onlara bir şefkat eli uzatılmalı.
Burada bu gençlere yönelik hizmetlerin yer­leşmesi Fransa veya Almanya'dan çok da farklı olmaz herhalde. Belki dinlerine muta­assıp Malta hükümetleri ya da kilise baskı yapa­bilirler. Hatta daha önce hizmetlerle ilgilenen bir kardeşi sınırdışı da etmişler. Ama sessiz sedasız bir öğrenci evi sorun olmaz zannederim. Burada bir öğrenci zaten bir ev kirası kadar parayı, oku­lun öğrenci evinde tek odaya veriyor. İki öğrenci parasıyla bir evin bütün masrafları çıkıyor. Böyle hizmetler için sürekli burada kalmayı düşünenler olursa, dil eğitimine gelenlere kolayca vize verili­yor.
Rasim Soylu

1 Kasım 2014 Cumartesi

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI - 7


27 Ekim 2014 Pazartesi

MEYVENİN LEZZETİNİ BİN KAT ARTIRMANIN FORMÜLÜ!




Lezzetin de eşsizi olur mu demeyin! Herşeyin harikası, güzeli, mükemmeli, eşsizi oluyorsa lezzetin de eşsizi olmaz mı?
Bir Ramazan günü yolumuz Topkapı Sanayi Camiine düştü. Değerli dostumuz caminin imam hatibi dedi ki: "Hocam bizim cemaat alışkındır namazı kıldırdıktan sonra beş on dakika bir şeyler anlatıverin?"
Namazı bitirdikten sonra konuşmamıza; "Yediğiniz meyvelerin lezzetinin yüz kat, bin kat artmasını ister misiniz?" şeklinde bir soruyla başladık.
Dinleyeler, "Olur mu öyle şey! Elmaysa elma, portakalsa portakal, olsa olsa biraz lez­zetlisi, tatlısı olur o kadar. Tadının yüz kat, bin kat artması da ne oluyor?" dercesine merak ve hayret, bir o kadar da heyecanla yüzüme baktılar.
"Bu mümkün" dedim ve anlat­maya başladım. "Şu mübarek Ramazan gününde, faraza cami­nin içine bir nur inse, ışınlamavarî bir şeyler olsa, beyaz elbiseler içerisinde, nuranî bir zat enva-i çeşit meyvelerle dolu altın bir tepsiyle çıkagelse ve dese: Ben Cebrail'im, beni size Allah gönderdi. Bu kullarım benim rızam için oruç tutuyorlar, namaz kılı­yorlar. Ben de onlara iltifat olsun diye bu meyveleri gönderdim. Zevkle, lezzetle yiye­bilirler."
Böyle şey olur mu demeyin! Faraza dedik ya, Cebrail (as) insan kılığında, Dıhye sûretinde Peygamberi­mize (asm.) vahiy getirdiğini biliyoruz. Böyle bir şey bizim için mümkün olmaz elbette. Mümkün olsaydı, neler hissederdik, o mey­veleri nasıl yerdik? Lezzetleri yüz kat, bin kat artmaz mıydı?
"Doğru!" dercesine başlarını salladılar ve ben devam ettim: Allah aşkına söyleyin. Cebrail (as) bize Allah'tan meyve getirdiğinde sevincimizden onları yemeye kıyamıyoruz, yediğimizde de çok farklı bir zevk ve lezzetle yiyoruz. Peki, o meyveleri Cebrail (as) altın tepsiyle getirdiğin­de Allah gönderiyor da, manavdan, pazardan satın aldığımız, ağaçların dallarından kopardı­ğımız zaman başkası mı gönderiyor? Cebrail (as) getirdiğinde başka duygular içerisine giriyoruz da, pazardan aldı­ğımızda niçin aynı heyecanı duy­muyoruz? "Bu meyve Rabbimin hediyesidir, ikramı ve iltifatıdır. Bana değer vermiş, en güzel şekilde ambalajlamış, gözü­mün, burnumun, dilimin, midemin zevkini düşünüp ona göre takdim etmiş, bana olan sevgisini böyle göster­miş. Nasıl heyecanlanmam, nasıl mutlu olmam, nasıl sevinmem?" düşünce­siyle yediğimizde aynı mutluluğu yine his­sedebiliriz ve Allah'ın lütfü, hediyesi, ikramı olduğunu düşünerek meyvenin kendi lez­zetinden yüz kat, bin kat daha üstün bir lezzet alabiliriz.
İşte meyvenin lezzetini bin kat artırma formülün
Şaban Döğen

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI - 6


8 Ekim 2014 Çarşamba

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI - 5


27 Eylül 2014 Cumartesi

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI - 4


6 Eylül 2014 Cumartesi

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI -3


9 Mayıs 2014 Cuma

Telefonunu Kapat, Hayatı Yaşa

 


21 Mart 2014 Cuma

SIRADIŞI AKIL OYUNLARI BÖLÜM 2


24 Şubat 2014 Pazartesi

DİNLENMEK Mİ, DEMLENMEK Mİ?


Kızılderili sözlerini ve hikâyelerini hep sevmişimdir. Onlardan bir tanesinde şöyle anlatılır:
Bir dağ yolcuğunda birkaç Kızılderili, beyaz adama eşlik etmektedir. Yolculuk zorludur. Beyaz adam beklemeyi istemediği için, hemen zirveye ulaşmak ister. Hedefe odaklanmıştır. Kızılderililer ise biraz tırmandıktan sonra oturup geldikleri yöne doğru bakarlar. Beyaz adam tekrarlanan bu durumun yolunu yavaşlattığını düşünür. Anlam veremez ve sorar:
"Neden iki de bir durup oturuyorsunuz?"
Kızılderilinin verdiği cevap, ruhunu dinlendirip, yaşadıklarını demlendirmeye çalışan herkes için bir cevap sunar.
"Çok hızlı hareket ettiğimizde ruhumuz gerilerde kalır, arada bir durup onun gelmesini bekliyoruz" der.
Yaşadığımız hayat tam bir uyaran bombardımanı... Sürekli bir şeyler görüp, bir şeyler duyuyoruz. Haberler, internet, insanların söyledikleri, otobüste, vapurda yanımızdakinin konuştukları, okudukları, sürekli çalan telefon ve televizyon... Kulağımıza bağıran ve fısıldayan her şeyi eleyecek, susturacak ve dinlendirecek bir zamana ihtiyacımız var. Tüm yaşadıklarımızı ve bize öğretilmek istenen, yaşarken anlamamız murat edilen her şeyi fark etmek için bir mola vermek gerekiyor.
Yeniden kalabalığın ve keşmekeşin içine girmeden, seyretmek ve seyredilmek arzusundan, görmek ve görülmek hevesinden vazgeçip kendinle baş başa kalabildiğin, sessizliğin sesini dinleyerek demlenerek dinlendiğin bir tatile gitmek... Bir tatili yaşamak...
Kişisel gelişim kitapları bize her zaman hedefe odaklanmamızı öğütledi. Bu bilgi o kadar işledi ki içimize, süreci unuttuk, süreçte öğrenmeyi unuttuk. Kadim öğretilerde sonuca göz dikilmez, yolda yürüyüşün kadar, geride yaşadıklarınla da helalleşmen öğütlenir. Batıya dair söylemlerde hedef ve onun getireceği hazza odaklanılır. Beklemeye razı olmayan, bir lezzetin peşinde geride bıraktıklarına ve kırıp döktüklerine bakmadan, hesaplaşıp helalleşmeden koşarak devam etmek... Yaşadıklarından geriye sana ne kaldı? Ruhun neleri bekledi, neler öğrendi, hangi sorusuna hangi cevaplan buldu, kendi unuttuklarını ona hatırlatanı fark edebildi mi?
Biz her şey yanından gittiğinde, yüreğiyle ve onun sahibiyle baş başa kalan bir Peygamberin ümmetiyiz. O içiyle hesaplaşan, onunla konuşan, yaşadıklarını anlamak, onları doğru okumak ve devam edebilmek için yavaşlayan, ruhunu bekleyen bir insandı. Hedefi belliydi, ama o yoldaki işaretleri doğru okumaya çalışırdı. Yolda karşılaştıklarını atlayıp geçmezdi, onları ve onlarla yaşadıklarını önemserdi. Yolda yaşadığı her şeyi anlayabilmek için durur beklerdi. Yüreğinde demlendirmeden de söylemezdi.
Biz de bu fevri halimizden vazgeçmeliyiz... Bir çayın tadının gelmesi için yavaş yavaş demlenmesi gerektiği gibi, biz de yavaşlamalıyız... Hayattan vazgeçmeden, ona da kapılmadan, sürüklenmeden, içimizdeki hıza bir dur deyip, frene basıp öyle bir tatil yapalım... Yaşadığımız, gördüğümüz ve duyduğumuz her şey yerine otursun... Ayıklansın, temizlensin, tasnif edilsin, demlenmek için bir taşım kaynama süresinden sonra biraz daha beklesin... Ruhumuz tüm yaşadıklarına yetişsin, onları tartsın, çözsün ve anlasın... Hepsinden kendine verilen payı öğrensin... İşte o zaman sükûnet bulup, gerçekten dinlenmiş olmanın tatlı huzurunu hissedeceğiz...
BANU YAŞAR
Psikolog/Psikoterapist

19 Şubat 2014 Çarşamba

GEMİ LİMANDAYKEN


Epiktetos binlerce yıl öncesinden konuşuyor: "Bir gemiyle yolculuk ettiğini ve o geminin geçi­ci olarak bir limana demirle­diğini düşün. Su almak için gemiden ayrıldığında istiridye ya da çiçek soğanı toplama­ya koyulabilirsin. Ancak bir gözün daima gemide ve bir kulağın da kaptanın çağrısın­da olsun.
Demir alındığı zaman, kendilerine bağlı olmadığın o şeylerin hepsini bir kena­ra bırakmak ve kuzu kuzu gemiye binmek zorunda kalacaksın.
İşte hayat da böyledir; isti­ridye ve çiçek soğanı yerine bir eş ve çocuk verir sana, gider­ken onları da yanında götürmek istersin. Ancak kaptan çağırdığı anda, gemiye koşman ve onları ardına bile bakmadan bırakıp hepsinden ayrılman gerekir. Hele bir de yaşlıysan, hızlı dav­ranamayacağını düşün gemiden fazla uzaklaşmayı aklından bile geçirme. Çünkü bir ayağı çukur­da olan kişilerin akıllanmak için fazla vakitleri yoktur." (Epikte- tos, Kılavuz Kitap, Şule Y. İst. 2009, s. 32).
Epiktetos, böyle bir şeydir hayat, diyor.
Belki şöyle bir şeydir de hayat: gemiden ayrılmışsın ve kapta­nın seni çağıracağı vakte bir vade tanınmıştır. Ancak yolcu, baştan, o vadenin ne zaman dolacağını bilmi­yor. Kaptanın demir alacağı zaman önceden bilinmiyor.
Yolcu, çerçöple oyalanıyor. O oyalanırken geminin çanı çalı­yor ya da sireni ötmeye başlı­yor. Karada oyalanmakta olan yolcunun hiçbir seçeneği kal­mamıştır. Artık oyalanamaz. Artık çoluk çocuğu ile bile vakit geçirmesi imkânsıza düşmüştür. Bir an önce gemiye dönmesi gerekiyor.
Dönmediği takdirde ne olur?
Gerçi hayat böyle bir alma­şığa asla şans tanımıyor. Yolcu gemiye dönmek zorundadır. Ama diyelim ki, dönmedi, ne olacak? O bilinmedik limanda, • o, kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu tanımadığı, kimseden yardım umması beklenmeyen o kıstırılmış limanda kalma­nın bedelini hayatıyla, hayatını heder ederek ödeyecektir.
Şimdi, düşün ki, liman­dasın ve geminin sireni az sonra ötecek.
Sana belli bir vade tanınmış.
Sen o vadede yapaca­ğın her neyse onu yapmak zorundasın.
En zorunlu saydığın şey her ne ise onu kotarmak zorunda­sın. Belki çerçöple de oyalana­bilirsin. Ancak siren çaldığında, yapıp etmen her ne ise kazan­cın ondan ibaret kalacaktır.
Limanda bekliyorsun ve az sonra sirenin sesini işiteceksin.
O sesi işittiğin âna kadar evet'le hayır arasında gerili duran, o, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünün üstün­de durmuş beliyorsun. Köprü­nün yüzünü çevirdiğin istikamet­te kurtuluşun için evet yazıyor. "Hayır" ters istikamette duru­yor. Ve sen ikisinden birini seç­mek zorundasın. "Evet-hayır" seçeneğine yani abese, böy­lesi abes seçeneğe yer bırakıl­mamış...
Hayatta asla geriye dönüş yoktur. Sirenin sesini işittiğin anda onun seni çağırdığı istikamete doğru "Belî" diyerek yol almak zorun­dasın. Düşün ki, sırat köp­rüsünün üstündesin, orada bekliyorsun. Sirenin sesine boyun eğmediğin takdirde köprüden aşağıya yuvarlan­mak mukadderdir.
Yazık ki, yolcuya o esnada kendinden başka yardım edebi­lecek kimse yoktur. Orada, bir başına, yalnız, yardımsız bekle­mektedir. Kendi feraseti ve basiretiyle baş başa kalmış olarak...

Rasim Özdenören

10 Şubat 2014 Pazartesi

EĞİTİM MÜFREDATIMIZDA Kİ ORMAN KANUNU



Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar vermişler. Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılanbalığı yönetim kurulunu oluşturmuşlar.
Tavşan,    müfredatta 'koşma'nın bulunmasını iste­miş. Kuş, 'uçma'nın, balık 'yüzme'nin, sincap 'ağaca tırmanma'nın, mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerekti­ğini savunmuşlar. Ardından bir müfredat programı yapılmış ve bütün hayvanlar bu dersleri gör­meye başlamışlar.
Tavşanlar koşu dersinden A almasına rağmen, ağaca tır­manmak onlar için çok ciddi bir sorun olup sürekli kafa üstü düşüyorlarmış. Bir süre sonra beyinleri hasar gördüğü için, koşuda eskisi gibi A almak yerine, C almaya başlamışlar. Ağaca tırmanmakta da yine zayıf nota talim etmişler.
Kuşlar, uçmada çok başarılılarmış; ancak sıra toprak kaz­maya geldiği zaman o kadar başarılı olamıyor, sürekli gagala­rını ve kanatlarını kırıyorlarmış. Bir süre sonra toprak kazma notları hâlâ F kalmasına rağ­men, uçma notları da C'ye düş­müş. Ayrıca ağaca tırmanmada da zayıf not alıyorlarmış.
Sonuçta sınıf birincisi kim olmuş dersiniz? Elbette her yap­tığını yarım yamalak yapabilen yılan balığı... Ancak eğitimciler bu sonuçtan çok mutlularmış, çünkü herkes bütün dersleri görüyormuş. Sonra da buna "geniş tabanlı eğitim sistemi" demişler."1
Bu hikâye aslında mer­kezden idare edilen ve gerçek ihtiyaçlarla örtüşmeyen eğitim yapımızı o kadar güzel anlatıyor ki...
Peki, neden gerek öğretmen olsun, gerek öğrenci olsun, hatta mahalli yetkililer, hatta velinin bile ders seçme hakkı ve özgürlüğü yok? Neden öğreti­leceklerin listesi ve muhtevası, hep merkezden "bir dayatma" şeklinde uygulanıyor?
Bu sebebi olarak kısaca şun­ları söyleyebiliriz:
Çünkü Eğitim sistemimiz güvensizlik üzerine kurulu. Eğitimde kendi değer ve dina­miklerimiz göz ardı ediliyor ve yabancıdan-batıdan- çözüm ara­mayı adet edinmiş bir anlayış var. Bu durum, öğrenmenin ve gerçek eğitimin önündeki en büyük bir engeli teşkil ettiği gibi, kendine güvenli ve kimlikli insan yetiştirme zaafiyeti ortaya çıkarmaktadır.
Allah, insanların gene­tik kodlarına iyi ve güzeli bulmayı koyduğu, üstelik bir de insanı öğrenme meka­nizması ile donatmış olarak yarattığı gerçeğinden bihabe­riz. Hâlbuki insan yaratılışça güzele ve iyiye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Öncelikle eğitim yapımıza hâkim olan "İnsan kötüye eğilimlidir; onu ancak biz şekillendirerek koruyabiliriz" anlayışından sıyrılmak elzemdir. Ve eğitimde, öğrencinin kendi öğrenme profiline uygun, kendi ihtiyaçlarını kendisinin keşfet­mesine fırsat veren bir ortamda sunmanın yollarını açmak gere­kir. Eğitimci kesinlikle öğretme konumunda kalmayacak; bu modelde öğretmen, ders arka­daşı konumunda olacak ve üre­ticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber olacaktır.
Kaynak: 1-OSHO'nun 'Sezgi' kitabın­dan uyarlanmıştır.
Prof. Dr. Osman Çakmak

7 Şubat 2014 Cuma

HARAMA BAKMA UNUTURSUN

Asırlardır İslâm âlimleri harama bak­manın hafızayı zaafa uğrattığını ve unutkanlığa sebep olduğunu söylüyor, insanları ikaz ediyorlar. Yapı­lan bilimsel araştırmalarla da bu uyarının ne kadar hakikat olduğu anlaşıldı.
Peygamber Efendimiz (sav) "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur" buyurmuş­tur. Bediüzzaman Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yay­gınlaşan açık saçıklığın unutkan­lık hastalığını daha da artıracağı­nı dile getirmiştir.
"Ehl-i İslâm'da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücu­dunda su-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olup ondan kuvve-i hafızaya zaaf gelir." (Bediüzza­man, Kastamonu Lahikası)
Bu konuda İngiltere'de yapılan araştırmada1 erkeklerin ömürlerinin ortalama bir yılında yabancı kadınlara baktıkları ortaya çıktı. Eğlence yerlerinde ve süpermar- ketlerde yaşlan 18 ile 50 arasın­da değişen 3 bin kişi üzerinde yapılan ankete göre, erkek bir gününün 43 dakikasını, toplan­dığı zaman1 yılının 258 saatini, yani 11 gününü namahreme bakarak geçiriyor. Kadınlar sayı ve süre olarak daha az olsa da bir günde namahreme bakış süresi 20 dakikayı buluyor.
Kodak Lens Vision Merkezi'nden Mark İreland, "Erkekler ömürlerinin bir yılını karşı cinse bakarak geçiriyorlar. İşin ilginç yanı, erkekler bunun için ellerindeki işi bırakabiliyor" şeklinde konuşuyor.
Dünya bu araştırmanın sonuçlarını tartışırken "Jour­nal of Experimental and Soci- al Psychology" dergisinde bir yenisi yayınlandı.2 Bu araştır­mada, etkilendikleri kadınlarla birkaç dakikalık sohbet eden erkeklerin, hemen sonra girdik­leri beyin fonksiyonlarını ölçme testinde kötü performans ser­giledikleri ortaya çıktı. Erkeğin kadından etkilenme oranı ne kadar artarsa performansı da o kadar düşüyor.
Kadın ve erkeklerin beraber çalıştıkları işyerinde performans da olumsuz etkileniyor. Yine bu durumun karma eğitim yapı­lan okullarda öğrencilerin sınav sonuçlarını ve başarılarını da düşürdüğü tespit edildi.
Hollanda'da yapılan bir araştırma3 yukarı­daki sonuçlan destekler mahiyette sonuçlanmış. Radboud Üniversitesi'nin psikiyatristleri tarafından gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre; cazibeli bir kadınla konuştuklarında' erkekler olumsuz etkileni­yor. İşyerinde kadınlarla birkaç dakikalık sohbet bile erkekle­rin masalarına dönüp işlerine devam ettiklerinde verimlilikleri­ni düşürüyor.
Bilim adamları bunun sebebi olarak erkeklerin beyin fonksiyonlarının büyük bir bölümünü karşılarındaki kadını etkilemek için kullandıklarına ve bu yüz­den işlerine yeterince enerjileri kalmadığına bağlıyor. Araştır­macılar ayrıca bunun sadece şir­ketlerde değil, karma okullarda da eğitimi olumsuz etkilediğini söylüyorlar. Bununla beraber aynı araştırma, kadınlarda böyle bir etkinin olmadığını gösteri­yor.
Gerçekten açık saçık kadın­lara nazar etmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Bu da kon­santrasyon bozukluğu, zihni toparlayamama ve unutkanlığa sebep oluyor. Asırlardır İslâm âlimlerinin ikazı artık bilim çev­relerinde de dile getiriliyor.
Kaynaklar:
1-Taraf      : 6.08. 2009
2-Ulaşım   : www.netgazete.com
3-Taraf      :5.09.2009

Prof. Dr. Sefa Saygılı

27 Ocak 2014 Pazartesi

ÇEVRE NASIL KORUNUR?



Yaşadığımız çevrede gözlediğimiz değişim, artık hepimizin korkusu haline geldi. Pazarda satılan domatesin, biberin bile artık bir doğal olanı bir de sanki doğal olmayanı(!) var. Doğallık bir artı değer ve çevreye saygı, bir övünç konusu haline geldi. Sadece popüler kişiler değil, şirketler, TV kanalları, resmi kurumlar ne kadar çevreci olduklarını söyleyerek kendile­rini tanıtıyorlar. Çevrecilik, iyi prim yapıyor. Çevreden sorum­lu bir bakanlığımız oldu. Küresel boyutta çevrenin korunmasına dönük, uluslararası toplantılarda strateji savaşları yaşanıyor.
Ne var ki tüm bu gelişmeler, çevreyi korumaya yetiyor mu? Soluduğumuz havanın ne kadarı zararlı gaz ve partiküllerden oluşuyor; içtiğimiz su ve yediğimiz balıkla birlikte ne kadar ağır metal alıyoruz belli değil. Hormonlu domatesin, üzümün; genetiği değiştirilmiş mısırın, buğdayın; elmanın, armudun kabuğundaki kimyasalın başımıza neler getireceğini kimse bilemiyor. Birer birer yok olan canlı türleriyle; kesilen tropikal ormanlarla; delinen ozon tabakasıyla alakalı dramatik öyküleri okuyoruz.
Çevre, güzel sözlerle, övünmelerle, PR çalışmalarıyla korunamıyor maalesef. Sorunun özüne inilmedikçe de çözüleceğe benzemiyor. Malum Nasreddin Hoca kapının önünde yerde bir şeyler arıyormuş. Yoldan geçen vatandaş sormuş: "Hocam ne arıyorsun?" Hoca: "Yüzüğümü düşürdüm, onu arıyorum" demiş. Vatandaş: "Nerede düşürdün, Hocam?" deyince; Hoca: "içeride düşürdüm" demesin mi? Vatandaş: "Hocam madem içeride düşürdün, niye dışarıda arıyorsun?" deyince; Hoca yapıştırmış cevabı: "İçerisi çok karanlık da...". Hocanın yüzüğünü bulamayacağı kesin de; çözümü, kaybettiği yerde değil, kolayına gelen yerde arayan günümüz insanının durumu aynı değil mi?
Çevrenin geçmiş yüz­yıllarda eşi görülmemiş biçimde yağmalanması­nın, tüketilmesinin, yok edilme­sinin nedeni materyalist felsefe temelinde gelişen sanayileş­me, modernleşme değil midir? "Dünyaya bir defa gelmişiz. Hayat bu dünyadaki yaşamdan ibarettir. Hayattan alabildiğin­ce kam almaya bak. Ye, iç, keyif al. Reklâmlar, kampan­yalar, ödeme kolaylıkları, kre­diler, taksitli satışlar, evden/ internetten/telefonla alışveriş, vb araçlar emrinde, yeter ki tüket, tükettikçe değerlisin. Hep daha fazla kazan, işini sürekli büyüt, başarıya odak­lan. Hayat mücadelesinde hep güçlü olmalısın, güçlü oldukça her şeyi yapabilirsin, çünkü güçlü olan haklıdır, bu evri­min kuralıdır. Benden sonra, zaten tufan" mantığına sahip bir insan neden çevreye duyarlı olsun ki?
"Ben dünyaya imtihan için gelmişim. Bu dünya ve dünyadaki varlıklar bize emanet olarak verilmiştir. Emanete hıyanet edilmez, ihtiyacın kadar tüket, fazlası israftır ve israf haramdır. Üretim de tüketim de amaç değildir; sadece ihtiyacı karşılayacak kadarla sınırlı tutulmalıdır. Başarı tek başına amaç/değer değildir, güzel ve hayırlı olanı başarmak erdemdir. Hayat dayanışma ve yardımlaşmadır. Güçlü olan haklı değil, haklı olan güçlüdür, hakkından fazlasına el uzatma. Bütün canlılar birer ümmettir. Yaratılanı, Yaratandan ötürü sev ve saygı duy. Yaş kesen, baş keser. Fıtratı (doğal olanı) değiştirmek haramdır" inancına sahip insanlar, elbette çevreye saygı gösterir.
İnsan, emanetin sahibi değil, ancak kullanıcısıdır. İnsan, emaneti kendi malı gibi hor kullanamaz. Zira emanete zarar verdiğinde sahibine hesap vereceğini ve zararı tazmin edeceğini düşünür. Emanet malı kullanırken daha dikkatli, tedbirli, hesaplı olur.
Dünyayı, doğayı, doğa­daki varlıkları, canlıla­rı, kendi vücudunu ve kendisinin gibi görünen beden, evlat, mal, mülk, bağ, bahçe, hayvan, arazi, binek, ev, iş yeri, kılık kıyafet gibi diğer tüm eşya­yı birer emanet olarak görüp, bir süre kullandıktan sonra sahi­bine bırakacağını bilen; "Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz.” Tekasür, 102/8 beyanı­na inanan insanların, çevreye olması gerektiği gibi saygılı / duyarlı olacakları bence çok açık. Bilmem siz de katılır mısı­nız?
Prof Dr. Tevfik Özlü

24 Ocak 2014 Cuma

ALLAH EN ÇOK NEYE KIZAR?

Allah Rasulü (@), "Allah (cc), kadınların ve çocukların hak­larının ihmalinden ötürü gazaplandığı kadar hiçbir şeyden gazaplanmamıştır; yani gay­reti ilahi'ye en çok dokunan, kadınlarla çocukların durumu­dur." buyurmaktadır.
Kadın vazifesini yapmadığı, kendini vazifesinin dışında deği­şik fantezilere saldığı, çocukların ihmal edilip gençlerin baştan çı­karıldığı; şehvetin çok arzu edilen bir husus olduğu zaman gayretullahın harekete geçmesinden endi­şe duyulmalıdır. Kendi iradeleriy­le kendilerini günahlara salmış, perişan, derbeder bir nesil, Al­lah'ın (cc) gazabına maruz bir ne­sildir. Öyleyse her aile reisine dü­şen ilk vazife, evvela seçeceği ha­yat arkadaşını sâlih, Müslüman kendini ibadete vermiş, Allah'tan korkan, ve her dâim doğru olan kadınlardan (Nisa, Ahzab ve Tahrim surelerinde anlatılan kadın­lardan) seçmek olmalıdır.
İşte böyle dinine bağlı, hayat­ta kendisiyle her şeyi dertleşebileceği, paylaşabileceği ikinci bir cins, dünyevî-uhrevî duygularını şerh ettiği zaman anlayabilecek kafa ve kalbe sahip bir eşinin olması çok önemlidir.
Mesela, o evde büyüyecek çocuklar, böyle bir annenin ne­zareti altında yetişmeleri gibi bir avantaja sahiptirler. Dolayı­sıyla erkek kendi vazifesini ka­dın da kendi görevini yapmalı, eşlerden her birisi karşısındaki­nin haklarına saygı göstermeli ve Allah'ı gazaplandıracak bir harekette bulunmamalıdırlar.

Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak Şöyle buyurmaktadır: "Ben il­mi açlığın içine koydum in­sanlar onu toklukta arıyorlar, ben izzeti ve şerefi itaatin ve kulluğun içine koydum, insanlar onu idarecilerin kapısında, makamda ve şöhrette arıyor­lar. Ben zenginliği kanaatin içine koydum insanlar onu malda ve mülkte arıyorlar. Ben rahatı, zevki, lezzeti cen­netin içine koydum insanlar onu dünyada arıyorlar.”
Zafer Dergisi

20 Ocak 2014 Pazartesi

ÖNEMLİ İŞLERE ÖNCELİK VERİN

Güzel bir konuşma...

18 Ocak 2014 Cumartesi

AÇSINIZDIR.

Zordur yalnızlık.
Eve girersiniz…
Açsınızdır.
Ama yemek yapmaya gücünüz yoktur. İsteğiniz de. Hayat sizi savurup atmıştır gün boyu. Sıra sizin kendi izbe karanlık sığınağınıza sığınma vakti gelmiştir.. Gece gündüzün kalabalık ve gürültülü çokluğunu da götürmüştür. Karanlık size de çökmüştür. Yalnızlığınız bir tokat gibi suratınıza vurmaktadır. Koca bir ev ve siz. Muhtemelen tüm evi aydınlatmazsınız. Ruh dünyalarınızın karanlık noktalarından biridir eviniz de.
Açsınızdır.
Tedirgin edici bir sessizlik var. Hafif bir huzursuzluk dalgası kol gezer evin içinde. Yan dairenin duvarına bir karı koca kavgasının sert ve öfke dolu sesleri çarpar. Üst katta yeni yürümeye başlayan küçük bir çocuğun tedirgin adımlarını duyarsınız. Pıt, pıt, pıt… Alt kattan 83 yaşındaki İdris amcanın sağır kulaklarına inat açtığı TRT'nin haber bültenleri, oyun havaları gelmektedir…
Çöküp kalırsınız en yakın koltuğun üzerine. Kaçmanın en kolay yolu uyumak. Uyumak istersiniz, erkendir henüz. Yanı başınızda duran kitaba eliniz gitmez. Gün boyunca yeterinden fazla söz dinlemiş, sözcüklerle muhattap olmuş, kaçmış, yakalanmışsınızdır.
Açsınızıdır hala.
Dolap doludur ama dolaba giden yol uzundur. Koltuktan kalkmak zordur. Kalkılmaz da zaten. Üzerinizdeki
montu bile çıkarıp askıya asmak gelmez içinizden. Önünüzde kumandalar durur. Hayatın uzak kumandaları ile yalnızlığınızı buluşturursunuz. Bir düğmeye basınca televizyon kulağınızdaki bir çınlama ile açılır. Yalnızlığımız arttıkça televizyon kanallarının sayısı da artıyor. Muhtemelen uydu kanalını taktırmışsınızdır eve. Sessizce bakarsınız televizyona. Sesini ne kadar açarsanız açın sessizlik bastırılmaz odadaki. Oda muhtemelen karanlıktır. Bir görüntü gelir karşınıza hoşunuza gider, gülmek için, gülmenize eşlik etmek için bir yüz ararsınız. Yoktur. Hafif bir tebessümle geçiştirirsiniz atılması gereken bir kahkahayı. Bir başka görüntüde korkarsınız yanaşacağınız kimse yoktur yanınızda bir sonraki kanala sıçrarsınız. Televizyonun çoğul izlendiğini bilmenin huzursuzluğu ile kırmızı bir noktadan kapatırsınız. Camdan dışarısı karanlıktır. Ama yine de bakarsınız.
Açsınızdır.
Dalıp gidersiniz bir sure sonar kendinizi dalıp gitmişken yakalarsınız yine kendinizi . Kaç dakika gittiniz diye saate bir göz atılır böyle anlarda. Ne yapmalı? Biraz önce çıkarttığınız montu alıp askıya asarsınız. Ev kocaman bir yalnızlık şatosu olarak içine katmıştır, sahiplenmiştir sizi. Cansız bir hayvan bedeni gibi… Yalnızlık Korkunçtur ama korkutucu değil asla.. Ağır ve yenilmiş adımlarla yatak odasına gidersiniz. Soğuktur. Yaz kış soğuk. Tek başınıza uzanırsınız.
Açsınızdır.
Yanı başınızda duran ışığı söndürmezsiniz. Lokal bir aydınlıkla yalnızca yanı başınıza bir ışık düşer. Evin çeşitli yerlerine bilinçli olarak dağıtılmış kitaplardan biri de ışığın hemen altındadır nasıl olsa. Ucunu kıvırıp koyarsınız ışığın altına ve kapatırsınız ışığı. İki yastıklı bir yatakta yanınızdaki yastığı biraz kendinize doğru çekip sarılırsınız. Hasretle.
Açsınızdır.
Gün boyu olan, biten, bitmeyen bir kaç gereksiz düşünce ile oyalarsınız kendinizi. Uyku tutmaz. Çaresizce biraz daha sıkı sarılırsınız yastığa. Ve sizi en mutlu eden bir kaç kareyi düşünmeyi zorlarsınız kendinize. Bir tatil karesi gelir gözlerinizin önüne. Bir gece yarısı dansı, bir bakış, bir kahkaha…
Hepsini düşünürsünüz. Sırayla hayatınızın en mutlu anlarının geçit törenini izlersiniz. Arasında bir yerde uykuya dalarsınız.
Açsınızdır...

Cun' den

16 Ocak 2014 Perşembe

SON NEFES

Buna sohbet mi desem konferans mı desem ne desem :)
Çok hoş konuşuyor ben beğendim ve etkili...
Allah razı olsun...

KURTULUŞ DUASI



Küçük çocuk annesiyle birlikte geziyordu. Şehrin parkıydı burası, ortasında büyükçe bir havuz bulunan. İlkbahar geldiğinden, ortalık birçok canlıyla şenlenmiş; kanatlı karıncalar da yuvalarından çıka­rak uçmaya başlamıştı.
Havuz kenarına geldikleri sırada, küçük çocuk suya bakıp:
"Anneel" diye bağırdı. "Bazı karıncalar havuza düşmüş. Onları kurtar­mamız gerekmez mi?"
Kadın da aynı tarafa baktıktan sonra:
"Suyun üstü karınca dolu" dedi. "Onları kurtarmak için saatler lazım. Belki de günler."
Küçük çocuk gözlerini bir noktaya dikmişti.
O halini bozmadan:
"O zaman tek bir tane kurtarayım" dedi. "Ama bunun için bana uzun bir sopa lazım."
Bir ağacın altında, budama için kesilen birçok dal vardı. Kadın onlardan birini oğluna verdi ve yaptığı şeyleri izlemeye koyuldu.
Küçük çocuk havuzun yanına gittikten sonra sopasını ileriye doğru uzattı. Ve karınca biraz öteye düştüğü için, suya doğru iyice sarkmaya başladı. Annesi endişeye kapılmıştı. Su derin olmasa bile kesinlikle soğuk­tu. Oğlu zaten hastalıktan yeni kurtulmuş, kendisini güç bela toplamıştı. Allah'tan ki okula gitme yaşında değildi. Aksi halde derslerinde geri kalırdı.
Küçük çocuk aynı şeyi yapmaya çalışırken:
"Benim canım yavrum" dedi annesi. "Sana yakın birçok karınca varken, neden orta yerdekiyle uğraşıp duruyorsun? Onlar da canlı."
"Ama anne!" diye atıldı çocuk. "Bu kadar karıncanın arasında, en fazla o karınca çırpınıyor.”

Cüneyd Suavi

15 Ocak 2014 Çarşamba

KARDEŞİM SEN ÖZGÜRSÜN


14 Ocak 2014 Salı

EVLADIM BU KUŞU KİM BOYADI?

İngiltere’de sosyoloji doktorası yapmış Ali Mermer ağabeyimiz var. Şu an ABD'de hizmetine devam ediyor. Kendisinden şöyle bir hadise dinlemiştim:
Ali Bey bir gün İstanbul'da belediye otobüsün­de gidiyormuş. Bir durakta baba ve oğlu otobüse binmişler. Çocuk 12-13 yaşlarındaymış ve elinde de kafes içerisinde bir muhabbet kuşu varmış. Ali Bey çocuğa bir soru sormak istemiş ve "Sen res­sam mısın?" diye sormuş.
Çocuk: "Hayır değilim" cevabını vermiş.
Bu arada çocuğun babası ise huysuzlanıp araya girerek "benim oğlum okuyor; ne ressamlı­ğı.." gibi sözlerle konuyu kapatmak istemiş...
Fakat Ali Bey aldırış etmeden sormaya devam etmiş ve çocuğa "Ressam değilsin; peki bu kuşu böyle kim boyadı?" diye sormuş. Hiç düşünmedi­ği, belki de düşündürülmediği bu soru karşısında çocuk şaşkına dönmüş ve cevap verememiş.
Çocuğun babası ise çocuğu alıp alelacele çekeleye çekeleye ilk durakta otobüsten indirmiş. Bu soruyu anlama gayretine hiç girmeden çocuğu alıp gitmiş. Böylece çocuğu kendi dünya görüşüne hapsedip onu özgür(!) yetiştirme konusunda göre­vini çok iyi yapmış.
Eğer Ali Bey öylesine malayani sorular sorsaydı "Bu kuşun cinsi ne? Bu kuş ne yer? Bu kuş kaç lira?.." deseydi, belki o baba çocuğunu çekiştirip götürmek bir yana, çocuğunu cevap vermeye teşvik edecekti.
Oysa, "Evladım bu kuşu kim boyadı?" sorusu kâinatın yaratıcısını hatırlatan, kâinat kitabının yazanını tanımaya götüren bir soru olduğu için o güzel yavrumuz bu haksız engellemeye maruz kaldı.
Şimdi hayal edelim ki, önümüzde bir tablo var. Tabloda bir ev, onun yanında ağaçlar var ve şirin bir derecik akıyor... Bize bu tablodaki herşey, mal­zemeleri hakkındaki herşey anlatılıyor. O malze­melerin bütün fiziksel, kimyasal yapısı, nerede ve nasıl üretildiği, hammaddeleri vs anlatılıyor. Fakat o tablonun mahir bir ressam tarafından yapıldığı es geçiliyor; o sanatkârın tanınması istenilmiyor ve o sanatkâr yok farzediliyor.
İşte bütün eğitim hayatımız boyunca bize bu öğretilir. Sormamızı istedikleri sorularla hayata bakmamız belletilir. Batı etkisindeki bütün eğitim sistemlerinin temeli budur. Fakat bir medeniyetin üzerine bina edildiği bu fikirler o kadar zayıf ve temelsizdir ki, onu yerle bir etmeye bir soru yeter:
"Bu kuşu kim boyadı?"
Ne dersiniz, o baba yıkılan dünya görüşünün altında kalmamak için mi öyle alelacele kaçtı acaba?..

Dr. Hasan Feyzi Katıöz
Zafer Dergisi

10 Ocak 2014 Cuma

CAN DEMİRYEL - SEN KİMSİN

7 Ocak 2014 Salı

BİRİ BEYAZ BİRİ SİYAH İKİ KEDİ


 

Birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak, birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.
Gölgeler akşamüstünü söylüyor.
Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.
Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu, uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? …
Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün…
Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir…
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
Bazılarının gelecekte sandıkları ‘bir gün’ geçmişte kalmıştır oysa; hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip ‘Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.’ dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O, boş yere bu sokaklarda aranırsınız…

Murathan Mungan

3 Ocak 2014 Cuma

GRİP BOMBASI

   
      Bu başlıkta birazcık haber programlarındaki kısa başlık gibi oldu yada manşet haber gibi ama olsun artık medyanın etki alanındayız zaten değil mi o kadarcık olsun...
      Yaklaşık bir yıl önce 28 Aralık 2013 Cumartesi günü başladı grip yolculuğu. Dünyanın en iyi annesi gitmiş olduğu misafirlik dönüşü şiddetli titreme sonucu biz bilmesekte her doktorun rahatlıkla anlayabileceği gribal enfeksiyonuna yakayı kaptırmış olduğu anlaşıldı.  Herşeyden bihaber ve hayata toz pembe olmasada mavimtrak bakan ben ise Pazartesi gecesi annemlerden çıkıp arabama bindiğimde kimseden habersiz yaşadığım titremeler sonucunda şifadan nasipdar olduğumu anladım. Ancak işin aslı daha sonra çıkacaktı. Bu bilindik griplere benzemeyen gribin yanında vücudun zayıf bölümlerinide arızalandırıp yanında götüren türden bir hastalık imtihanı imiş. Sonradan anladık ama iş işten geçmiş, bizim de nasibimize doktor sebebine tutunup, ilaçların arkasındaki şifa dağıtan ilahi iradeye boyun bükerek, kendi ellerimizle yürüdüğümüz Yüce Allah tarafından ifade edilen "Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder. Şura Suresi 30. Ayet" bu imtihan alanından yüz akı ile çıkmak düşüyormüş.
     Bu kadarlık yaşımda bir sürü rahatsızlık yaşamıştım. Bir sürü kaza, hastalık, alerji geçirdim. Çocuklarım ve eşimde geçirdi. Ancak bu kez daha bir farklı idi. Belkide bana öyle geliyordur. İnsan unutkandır ya hani öncekilerin zorluğunu unutmuşumdur.
     Çocuklardan ikisi rahatsız, eşim rahatsız ben rahatsız. beş kişilik aileden dört kişisi rahatsız :) Allah bundan geri bırakmasın. Bu günkü günümüze sonsuz şükürler olsun.
     Hastalık hımmm, tarif edeyim unutmamak adına geri dönüp okuduğumda... Pazartesi gecesi bir yattım, yatakta mıyım yoksa taş üzerinde mi, üşüyor muyum, yanıyor muyum, uyuyor muyum, uyanık mıyım hiç belli değil. Belli belirsiz rüyalar görüyorum, hayaller, bir sürü saçma bişiler, isteriksiz inlemeler, sanrılar, öksürükler... Çocuklar rahatsız onların sesleri, öksürükleri, burunları akar, gelirler bişiler söylerler ama yardım beklenen de yardım bekleyenlerden aşağı kalır yanı yok. O akşam eşimin ısrarı ile pekmez içtim. Pekmezin etkisi ile olacak ki içimdekileri dışarı çıkarttım. Gözüm açıldı, maymun olmasa da bu kul Allah'ın izni ile gözünü açtı. Haydeee acile muayene sonucu gribal enfeksiyon sonucu aşırı ilerlemiş bronşit. Eşimde aynı şekilde gribal enfeksiyon yanında bir kaç porsiyon sinüzit almış. Allahtan benim bronşit porsiyonum daha azmış. Ortanca çocuğu doktora götürdük. Sabahlı akşamlı 10 iğne verdi. Küçük çocuk ateş ikilisinin kuşatması altında perişan, 3 kez doktora götürdük. İğneye git gel, doktora git gel. Bizim hastalıklar cümbüş yapıyor gelişiyorlar. Bakalım inşaallah çocuklar iyileşsin de sıra bize gelecek.
      Bende amma yazmışım. Uzun yazmak için hasta olmak lazım heralde :) Şikayetimiz yok Yaratandan, çok şükür. Bu günümüze. Önümüzde o kadar çok nimet var ki! Saymakla bitiremeyiz.
      Cümlelerim anlamdan uzak bitişik ve bazen daldan dala atlamış gibi durabilir. Bunun için özür diliyorum.
      Son olarak her hastanın istemeye hakkının olduğunu düşündüğüm dua istemeye geldi sıra...
      Bizlerin ve bildiğimiz bilmediğimiz tüm insanların şifaya kavuşmasını diliyorum. Dua edelim inş. Önce manevi şifaya sonra maddi... Manevi şifa İslamla şereflenip bunun idrakinde olmak, maddi şifayıda fiziksel zindelik olarak alabiliriz.
     Hastalıklarımızın İnsanlığın Yüzakı, Peygamberimiz Hz. Muhammed (@)'ın aşağıdaki hadisinden umutlanarak işlediğimiz sayısız günahımıza keffaret olmasını Yaratıcımız, Eğiticimiz, Şifa Kaynağımız Yüce Allah'tan niyaz ederim...
      Ebu Hureyre ve Ebu Said (ra)'nın anlattıklarına göre, Resûlullah (@) şöyle buyurmuştur: "Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü'minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur." Buhari, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizi, Cenaiz 1, (966)
     Hayırla Kalın...

PaidVerts
my space statistics