25 Aralık 2009 Cuma

NEFES ALMAK


Hayatın yoğun temposuyla dolu dizgin giderken durup mola vermek istersiniz ya..
Ya da her şey üst üste gelir de “İmdat!” demekle kurtulmayı dilersiniz. Hani bazen yaşamınızın sorunlar yumağı olduğunu fark eder de çözmek için didinip durursunuz. Geriye dönüp baktığınızda bir arpa boyu yol alamadığınızı üzüntüyle anlarsınız. Böyle zamanlarda birkaç günlük kısa tatiller de işe yaramaz olur. Çünkü nereye gidilirse gidilsin aklımızdaki sıkıntıları da yanımızda götürüyoruzdur. Gece gibi olmuştur hayat bize. Ne yaparsak yapalım karanlığın içinde görünmez olur.
İşte ben tam da bu anlarımda nefes almanın ayrıcalığından yararlanıyorum. Hem en kolay yol da bu değil mi? Üstelik sabır eşiğimizi de yükselttiğini düşünüyorum. Görünen manzarada neyin eksik ya da fazla olduğu, neyin iyi ya da kötü olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Ortalığı yakıp yıkmadan, öfkemizi doğru yerlere kanalize etmemize sebep olurken, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan en az zararla çıkmamıza da vesile oluyor. Derin bir iç çekiş tepeden tırnağa kadar kişiyi rahatlatırken olaylara başka açılardan bakabilmek adına zaman da kazandırıyor.
Şanslıyım çünkü nefes alıyorum. İsteklerimi yerine getirebilmek için temelde ihtiyaç duyduğum tek şeye sahibim. Aldığım her nefes beni amaçlarıma bir adım daha yaklaştırıyor.
Minnet duyarak alıyorum her nefesi…
Taa ki bir gün nefes alma ayrıcalığımı yitirinceye kadar.

YOLNAME


Dostum, güneşe bak toprağa bak, suya bak buluta bak, fakat arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de... Unıtma, yolcu değişir, yol değişir ama menzil değişmez.
Yolcuya bakıp yolu tanıma.Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.Vahim olan yolun yolcusuz olması değil, asıl vahim olan yolcunun yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...
"En doğru yol, en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.Onlar karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.Aldırma.Ayağına batan dikenler aradığın gülün habercisidir.Dikenine katlanmaktan söz edenler aşıkmış gibi davrananlardır,
gerçekten aşık olanlarsa dikenini de severler.
Dostum, yollar yürümek içindir.Fakat, şu gerçeği de hiç unutma:Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir.Yol boyunca yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup gelen-geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları, telörgülerle çevirdiği yolu
kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı girip 50. metrede yola yatanları, yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce yolculuk üzerine zar atanları, yürümeyi bırakıp yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp
balıp dağıtanları, yanlış klavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.
Aldırma, yürü.Göğsüne yüreğinden başka muska takma.Vahiy haritan, Nebi klavuzun, akıl pusulan, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karaktarin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun.Doğru yol insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl
sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin.Unutma, tevbe özeleştiridir.Kendisini hesaba çeken, başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur.Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için
elzemdir.Yön tayini sık sık gerekli olabilir.Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir.Bir şey daha:Pusulanı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelereden uzak tut.İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir.
Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir.Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak durmalısın.Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzerindeki saptırıcı etkisini iyi hesap etmelisin.O'ndan başkasından korkarsan, korktuğunun başına musallat
edileceğini kesinlikle bilmelisin.Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır, yani kendi benliğinin sana kazdığı tuzak.
Hayırlı yolculuklar dostum.

14 Aralık 2009 Pazartesi

WALLPAPER_2

ORJİNAL BOYUTU İÇİN RESME TIKLAYINIZ...












13 Aralık 2009 Pazar

BİTMEYEN MACERA


Herşey, beklenmedik bir olaydır dünyamızda.
Ve her varlık, beklenmedik bir olayın sonucudur.
Sadece bunları sürekli görmemiz aldatır bizi.
Ve alışkanlıklar, gözümüzün önündeki harikaları kalın bir sisin ardına iter.
***
Bir ağaç gövdesi, kara topraktan beklenecek en son şeydir. Zaten ondan çıkmamıştır. Toprak içinde boy atar ağaçlar. Yüzlerce kilo ağırlığa ulaşır bazan. Bir dev gibi yükselir gözümüzün önünde. Fakat topraktan birşey eksiltmez o koca gövde büyürken. Işığı alır, işler ağaç. Suyu emer, işler. Fakat onların koca bir ağaç gövdesine dönüşmesi de aklın alacağı şey değildir. Yine de olmazlar olur. Ve hiçten çıkarcasına bir koca bina yükselir gözümüzün önünde. Bir şekil alır ağaç gövdesi. Dallara ayrılır. Sonra dallar da dallara ayrılır. Görünmez bir kalıbın içini doldurur gibidir ağac gövdesi. Bes belli, bir plân içinde yürür herşey. Ama o plânın eseri toprakta yok, havada yok, ışıkta yoktur. Bir şeklin, hele plânlı bir şeklin ne olduğunu onlar bilemez. Oysa ağacın mimarîsi plânlıdır, düzenlidir.
Ve bir hedefe doğru yürür herşey.
***
Beklenmedik olaylardan, beklenmedik başka olaylar çıkar. Cansız ve kaba bir cismin üstünde dünyanın en narin güzellikleri canlanır. Odunlar çiçek açar. Bir iskeletin dirilişindeki güzellik, ruhları hayran bırakır. Sonra çiçeklerin devri dolar. Ve yem yeşil yapraklar fışkırır kuru odunlardan. Hayatın tazeliği ihtiyar simaları süsler. Ve ardından meyveler pişer dallarda. Nasıl belirirler, nasıl renklenirler, nasıl tadlanırlar, nasıl parfümlerini sürünürler iştahları açmak için, bilinmez. Ama beklenmedik olayların da ardı, arkası kesilmez. Ağaç gövdesi, kendisinden hiç umulmayan meyveyi verdikten sonra, meyve de kendisinden beklenmeyeni verir. Toprağa düşer ve bir esrarlı yolculuğa çıkar:
İnanılmaz bir maceranın yeni bir bölümünü başlatmak için.
Ümit Şimşek

ANNECİĞİM, BENİ SEVERMİSİN?


Anneciğim Beni Sever misin?
Anne bağırır:
“Çabuk ol servisi kaçıracaksın!”
Baba kükrer:
“Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!”
Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman.
Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker günboyu. Sabahın köründe “benim annem ne zaman gelecek” diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi.
Aksam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkârlı saatlerde.
“Benim babam beni çok seviyor.”
“Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.”
“Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.”
Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları. Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatini yapmaya koyulurlar.
“Benim babam beni hamburger yemeye götürdü.”
“Biz hem hamburger yemeye gittik, hem de luna parka gittik.”
“N’apalim. Benim annem beni sinemaya götürdü. Arslan Kral filminde ağladık annemle birlikte.”
“Kızlar ağlar zaten. Ağlamanın neresi eğlenceli?”
“Biz babamla maç ettiğimiz zaman çok eğleniyoruz.”
“Benim babam benimle değil, arkadaşlarıyla maç etmeye gidiyor.”
“Bak demek ki benim babam beni daha çok seviyor. Bi kere biz ikimiz, yani babamla ben, maç ediyoruz.”
Pazartesileri hep böyle geçer.
Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu kanıtlamaya çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi kanıtlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar.
Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O Reklâm gelir aklına. Kahrolası reklâm. “Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?”
İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz doktu diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler.
Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi Karanlık bir kuyu olmazdı o zaman. Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi Anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra,
“Beni anneannem çok sever” diye bağırıverdi.
Sustu arkadaşları.
Söyleyebilecek bir şey bulamadılar bir an.
Akın boynunu büküp “benim anneannem yok” dedi.
Üzüldü o zaman. Ama geri dönemezdi. “benim anneannem beni çok sever. Masal anlatır bana. Yaramazlık yapınca “dayın da böyleydi” der gülerek.”
Arkadaşları ne kadar dinliyor diye sustu birden. Kendisine doğru yönelmiş meraklı bakışları keyifle izledi. Ağızları açık “Ee sonra?” diyorlardı.
“Sever beni. Masal anlatır. Hiç susturmaz beni. Ben konuştukça güler. ‘Hay çocuk’ der.
‘Sen beni güldürdün. Allah da seni güldürsün’, der.”
Herkes bir masal büyüsü ile dinlerken onu, anneannesini öteki çocuklarla paylaştığını düşünüp susuverdi.
Üsteledi arkadaşları. “Hadi anlatsana!” dediler.
Top havuzuna doğru koşup “Herkesin anneannesi kendine” diye bağırdı.
Akın itiraz etti. Hiç olmazsa arkadaşının anneannesinde tatmadığı bir duyguyu tadacağını düşünürken ne diye oyunbozanlık yapıyordu. Kızdı. “Herkesin babası kendisine” demiyordun ama!”
Duymazlığa geldi. Anneannesini hiç kimselerle yarıştırmak istemiyordu, iste o kadar. Aksam çabuk oldu. Bu oyunu kazanmıştı. Muzaffer bir komutan edasında dolaştı bütün gün. Artik annesine neden pazartesileri yuvaya gitmek istemediğini anlatabilirdi. Yorganın altına saklanmazdı bundan böyle. Her Pazartesi anneannesinden bir demet yapıp otururdu.
Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı : “Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti. “Sana yardim edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı.
“Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır “nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle soyluyor.”
“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan oluyorum.”
Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle Yorgun yorgunken...
“Anneciğim sen yorulma diye...”
“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
“Hani siz yoruluyorsunuz ya...”
“Eeee....”
“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“Ne yapayım?”
“Bilmem...”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
Işıklar sondu birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
“Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “bak deli tavsan” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hur dolaştı sağda solda. Otlarla, kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına,
“İsin bitince beni sever misin anne?” dedi.

İÇKİ


İçkili olduğu tüm davranışlarından belli olan bir adamı doktora derdini anlattı:
“Sabahları başımda büyük bir ağırlıkla uyanıyorum ve gün boyunca kendimi bir işe veremiyorum.”
Doktor biraz sonra kararını bildirdi:
“Siz de önemli bir rahatsızlık göremiyorum” dedi. “İçkiden olabilir.”
Hasta ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü:
“O zaman ben üç dört saat kadar sonra geleyim” dedi. “O zamana kadar ayılmış olursunuz.”

18 Kasım 2009 Çarşamba

GENÇ ARABESK - GİDECEĞİM

15 Kasım 2009 Pazar

SÖZÜN ON YASAĞI


1. İnsanlara güven duygusu vermek istiyorsanız yalan ve eksik bilgi ile konuşmayınız.
2. Çenesi düşük diye anılmak ve dostlarınızı kaybetmek istemiyorsanız gevezelikten sakınınız.
3. Kendinizi yinelemek yerine yenilemeyi tercih ediyorsanız söz kalabalığından kaçınıp az ve öz konuşunuz.
4. Sözünüzün tesirli olmasını istiyorsanız bilgiçlik, kendini beğenmişlik ve yapmacıklıktan uzak durunuz. (Sen Nehri ne siz nehri demeyiniz)
5. Konuşurken saygı görmek istiyorsanız başkalarının sözlerine saygı duyunuz ve asla muhatabınızın sözünü kesmeyiniz.
6. Düşman edinmek istemiyorsanız dedikoduyu terk ediniz.
7. Patavatsız lakabını almak istemiyorsanız sözü düşünerek söyleyiniz ve çam devirmemeye dikkat ediniz. (Yinede pot kırarsanız tevil ile tamire kalkışmayınız, hemen özür dileyiniz)
8. İleride psikiyatrik tedavi görmek yahut riyazete çekilmek istemiyorsanız eksik aramaktan ve övünmekten vazgeçiniz.
9. Kişilik probleminiz yoksa başkalarıyla alay etmeyiniz ve şakalarınızda ölçüyü kaçırmayınız.
10. İtibar görmek istiyorsanız asla argo konuşmayınız, abartılı tevazu ve iltifatlarda bulunmayınız.
İskender Pala

SÖZÜN ON EMRİ


Uzun bir süredir değerli okuyucularımızdan "konuşma" üzerine mektuplar alıyoruz.

Hemen pek çoğunun muhtevası "Nasıl güzel ve etkili konuşabilirim?" sorusuyla özetlenebilecek bu mektuplara topyekûn cevap vermiş olmak için bir araştırma yaptık. İtiraf etmeliyiz ki, bu konuya tahsis edilmiş kitapları incelerken biz de zaman zaman konuşma hataları yaptığımızın farkına vardık.

Konuşmayla ilgili öneriler genelde iki ana başlık altında tasnif edilmiş. Biz bunlardan yapılması tavsiye edilenleri bugün; yapılmaması gerekenleri de bir sonraki yazımızda saymaya çalışacağız.

Bilindiği gibi sosyal bir varlık olan kişioğlunu mahlukat içinde seçkin yapan özelliklerin başında konuşma gelir. Eski filozoflar insan için hayvan’ı nâtık (konuşan hayvan) derler. Gerçekten de çevremizle ilişki kurmamızı sağlayan, bizi iyi-kötü, başarılı-başarısız, seçkin--alelade yapan en önemli özellik sözdür. Sözün insan hayatındaki önem ve değeri bilindiği içindir ki tarih boyunca insanın güzel konuşmasıyla ilgili pek çok kurallar ortaya konulmuş; zemin ve zamana uygun söz söylemek, başarının ilk şartı sayılmıştır.

Söz söylerken insanın dikkat etmesi gereken bazı kurallar vardır ki sözü güzelleştirir, etkili, anlaşılır, açık ve akıcı kılar. Eskilerin beliğ söz dedikleri düzgün ve etkili konuşma biçimine ilişkin pek çok kaide çıkartılmış, düşünürler, alimler, dilciler ve sözü dinlenir kişiler tarafından insanlara tavsiye olunmuştur. Biz bu tür kaynaklardan süzerek sizin için sözün ilk on emrini derledik. Bunlar sözünüze hüsn ü ân katacaktır.

1. Açık ve anlaşılır cümleler kurunuz. Bunun için çok okumak ve dilin kurallarını bilmek lazımdır.

2. Az ve öz söyleyiniz. Bundaki başarı geniş birikim sahibi olmakla alakalıdır.

3. İstenmediği müddetçe öğüt vermeyiniz, fikriniz sorulmadan başkalarını yönlendirmeye kalkmayınız. Bu dahi tecrübe ve olgunluk ister.

4. Başkalarının ardından kötü konuşmayınız, konuşanı nazikçe uyarınız. Bu bir mertlik ve dürüstlük alametidir.

5. Kendinizden söz etmeyiniz. Bu, tevazu ve zarafeti gösterir.

6. Fikirlere karşı hoşgörülü olunuz; yanlışlığını kesin olarak bildiğiniz düşünceleri bile önce dinleyip nezaket dairesinde aksini anlatınız. Bunun için birikim şarttır.

7. Yüksek sesle tartışmayınız, sözlerinizde yumuşaklık olsun ve öfkeden uzak durunuz. Bu sizin kendinize hakimiyetinizi gösterir.

8. Muhatabınız kim olursa olsun, ona değer verdiğinizi gösteriniz ve layık oldukları ölçüde davranınız. Ne dalkavukluk ediniz, ne küçümseyiniz. Bunu başarmak sözünüze ve kişiliğinize değer katacaktır.

9. Nezaket kelimelerini sık kullanınız. "Lütfen, izin verirseniz, mahzuru yoksa, meseleye bir de şu açıdan baksak" gibi sözlerin sizi sempatik ve ilgi çekici yapacağını unutmayınız.

10. Muhatabınızı can kulağı ile dinleyiniz, daima yüzüne bakınız, yapmacık jest ve mimiklerden kaçınınız, yeri geldiğinde muhatabınıza nükte ile cevap veriniz; ama asla "Anladın mı? Öyle değil mi? Tamam mı? Şimdi oldu mu?" gibi sorular yahut "şey, yani, hımm, efendim, falan, filan, eee, aaa" gibi anlamsız kelimeleri sık tekrar etmeyiniz.
İSKENDER PALA /24 Mart 1998, Salı

ALIŞKANLIK


Gitgide alışıyorum sana.... Hiçbir alışkanlık bu kadar güzel olamaz... Ellerin ellerimden uzaksa nasıl güçsüzüm bilemezsin... Yanımda olduğun zamanlar; taze bir nefes gibi ciğerlerime doluyorsun... Durmadan başım dönüyor ve beynim sızlıyor verdiğin hazdan... Alışkanlıklar daima korkutur beni... Düşün ki ben yaşamaya bile alışkın değilim... Kendimi kendime alıştıramadım yıllardır... Fakat şimdi sana alışıyorum... Alıştıkça özlemim artıyor, daha yoğunlaşıyor. Yalnız içimde garip bir korku var. Sana alışmaktan değil seni kendime alıştırmaktan korkuyorum... Bir gün sana şimdi verdiklerimden daha güzelini daha değerlisini verememekten korkuyorum... Bir gün ansızın ölmekten ve seni, bana olan alışkanlığınla yapayalnız bırakmaktan korkuyorum...
Oysaki her zaman ve günün her saatinde yanında olmalıyım senin... Bana alışmış olmaktan
pişmanlık duyacağın bir dakikan bile olmamalı... Bütün zamanlarını zamanlarımla karıştırıp
emsalsiz bir zaman bileşiminde yaşatmalıyım seni... Uykularda bile aynı rüyayı görmeliyiz.
Her şeyin ve her zevkin yarısı senin olmalı, yarısı benim... "Bana alış" demeyeceğim... Nasıl olsa alışacaksın bir gün... Şimdi çirkinliğimde güzellikler bulan gözlerin, o zaman en güzeli görecek bende! Alışkanlığınla, sevginle yepyeni bir "ben" yaratacaksın benden!
İlk defa sevilmenin ürpertileri içindeyim inan. Sevgimle mukayese edebileceğim tek şeyi beni sevmende buldum... Ömrümde kimse bana sevmenin gerekliliğini öğretmedi. Kimseden sevgisini istemedim, verdiler almadım. Bencildim bir zamanlar, sevmek benim hakkım diyordum.
Oysaki şimdi bir zamanlar hiç sevmemiş ve sevmeyi bilememiş olduğumu kendi kendime biraz da utanarak itiraf ediyorum.
Asıl büyük sevgiyi seni sevmekte buldum ve sevgim senin sevginle değerleniyor, ayrı bir anlam kazanıyor... Sevgin olmasaydı değersiz bir cam parçasıydım. Sevginle bir aynayım şimdi. Bana bakanlar baştanbaşa seni görecekler içimde... Bir zincirin iki halkasıyız seninle anlıyor musun?
Aynı bardakta karışmış iki suyuz. İki kelimeyiz seninle birbirini tamamlayan. Her yerde iki olduğumuz için bir bütün haline geliyoruz durmadan...
Alışkanlığım devamlı sana çekiyor beni... Durup durup dudaklarını öpmek geliyor içimden...
Saçlarını okşamak geliyor, ellerini tutmak geliyor... Kokunun tenime sindiğini hissediyorum geceleri... Teninin dudaklarımda eridiğini hissediyorum... Boynunun en güzel yerini benden başkası bilemez artık...
Seni kimse benim kadar benimle bir bütün olduğuna inandıramaz.... Gitgide bu alışkanlığın içinde kaybolduğumu hissediyorum... Beni yaşadığım zamanın dışına çıkarıyorsun.
Bir gün tarih öncesinde yaşıyoruz, bir gün bulutların üstünde... Uzun süren bir baygınlık sonrasının
o anlatılmaz baş dönmesi içindeyim... Bütün merdivenler birbirine eklendiği zaman seninle vardığım yüksekliğe erişemez...
Açılmış bütün kuyuların derinliği içimde seni bulduğum yer kadar derin değil... Alışkanlık kozasını ören bir ipekböceği gibi gitgide tamamlıyor bizi.Emsalsiz bir oluşun içinde yuvarlanıyoruz.
Korkunç bir yangın başladı yüreklerimizde. Özlem, kıskançlık, arzu ne varsa içimizde hepsi birdenbire tutuştu. Alev almayan bir yerimiz kalmadı. Alevlerimiz muhteşem bir kızıllığın içinde yıldızlara kadar uzanıyor. Hiç bir su, bu ateşi söndüremez artık. Nehirle, denizler boşalsa üstümüze hiç sönmeyeceğimizi biliyorum. Bu yangın biz birer kor haline gelinceye kadar sürecek.
Önce bakışlarımız alıştı birbirine, sonra parmak uçlarımız.. Bu oluş tamamlandığı anda yeryüzünde
bizden güçlüsü olmayacak! En mutlu olduğumuz yerde en güçlü de olacağız seninle... Bu bir sonun değil bir varoluşun başlangıcıdır.
Geçmişteki tüm alışkanlıkların bana alışmanı önleyemez artık...
Ümit Yaşar OĞUZCAN

29 Eylül 2009 Salı

ANLAYANA SEVDA…


Hiçbir duygumu ertelemedim ben. Yaşayacağım hiçbir şeyi sonraya bırakmadım. Sonra diye bir şeyin olmadığını biliyorum çünkü. Hep yarına dair hayaller kurmak, gelmesi mümkün olmayacak zamanları beklemek benim işim değil. Aşk zamana meydan okur ama sen karşı koyamazsın ona. Orada durup öylece bekleyemezsin geleceği. Bir adım atmalısın, bir el uzatmalısın aşka doğru. Aşkın anahtarı cesaret değil mi yar? Cesur olmak gerekmez mi bir sevdayı yaşamak, bir sevdayı büyütmek için? Kaç gece yalnız geçti hesaplasana...
Kaç gece bir sonraki günü düşünerek geçti. Neler yapabilirdik, neler yaşayabilirdik düşünsene... Her sabahı birlikte karşılamak vardı seninle. Sevişmekten yorgun düşmüş bedenini öpücüklerle yeni güne hazırlayabilirdim. Gözünü açar açmaz ilk gördüğün şey ben olurdum ve sen benim yüzümde mutluluğu görürdün.
Bu kentin her yerinde, herkesin içinde el ele dolaşabilirdik. Girmediğimiz sokak kalmazdı. Bakışlara aldırmadan sokağın ortasında sarılıp öpebilirdim seni. Bir şarkıyı sözlerini bilmesek bile bağıra çağıra söyleyebilirdik. Sonra bir filme gider, bir kitap okur, denize bakar, bir martının bir lokma simit kapabilmek için vapurların peşinden bıkmadan uçuşunu izleyebilirdik. Paylaştığımız her an beynimize bir daha çıkmamak üzere kazınırdı.
Özlerdik birbirimizi delicesine. Bir saati yalnız geçirsek, bir sonraki saati iki saatlik yaşardık. Yaşayamadığımız o bir saatin acısını çıkarmak için. Peki, biz ne yaptık? Aşkı bir bekleyişin sırtına yükleyip ona sadece uzaktan bakmakla yetindik. Her an aşkı yaşamak varken, her gün birbirimizi yeniden keşfetmek varken, bu yolda birer kâşif olmak varken sürgünleri yaşamaya mahkûm ettik birbirimize.
Bu sürgünlüğe son vermenin zamanı geldi artık. Sana huzur vaad etmiyorum. Aşkta huzur arayan yanılır. Ben tutkunum, en koyu, en deli sevdanın sözcüsüyüm. Onlar adına konuşuyorum. Yarını olmayan zamanlarda hiçbir şeyi düşünmeden erimek adına konuşuyorum.
Gözlerinin içine bakıp SENİ SEVİYORUM demek istiyorum. Aşkın akışına kapılıp hiçbir kaygı duymadan gidebildiğin yere kadar gitmek istiyorum. Kokunu içime çekmek, teninin sıcaklığıyla irkilmek istiyorum. Yaşama senin adınla anlam katmak, mutluluğu bulmak ve bir daha kaybetmemek istiyorum.
Seni istiyorum, yarın, öbür gün, öbür hafta, öbür ay, öbür yıl değil.
ŞİMDİ!!!!!

24 Eylül 2009 Perşembe

HİFA VE SÜHEYL


Yıl asrısaadet yılı, aşkların en güzelinin yaşandığı mekân ve zaman.
Ölümsüz sevdaya doğru yol alan, ilahi aşkın sırrına mahzar olan ve kalplerinde sadece onun sevgisini taşıyanların yılı.
İşte o yıllarda vuku bulan bir aşk kıssası… Hifa ve Süheyl
Hz peygambere teslimiyetin güzel bir vesikası… Hifa ve Süheyl
Madde den geçip mana ikliminde aşkı yaşayanların hikâyesi… Hifa ve Süheyl
Hifa genç, güzel, şan-şöhret sahibi ve oldukça zengin bir kadın;
Güzelliği dilden dile dolaşan, şan şöhreti saraylara kadar ulaşan,
Birçok kimsenin kendisi ile evlenmesi durumunda her şeyini feda edebileceği birisi… Hifa,
Öyleki hifayı duymayan, güzelliğini bilmeyen kimseler kalmamış sevda çöllerinde.
O kadar güzel ki Hifa… ;krallar saray anahtarlarını getirip önüne bırakıyor. Zamanın zenginleri kervan yükü kadar mücevher ve altın vaat ediyor. Sahabe eşleri ise Hifa ile akraba olabilmek için Hifa yı kocalarına istiyorlar.
Aman ya rabbi… Bu ne aşk, bu ne seda ve bu ne güzellik ki insanlar onunla eş olabilmek için kıyasıya yarışıyor; tüm zenginliklerini, mal varlıklarını, mevki ve makamlarını onun önüne seriyor ama o bunların hiç birine bakmıyor ve yanaşmıyor.
Bu nasıl bir edadır ki ya Rabb; insanın başını döndüren, kanını kaynatan, sarhoş eden bu tekliflere karşı “rıza en lillah” çizgisini koruyan bir ruh var bedende. Beden de ruh tende Hifa var…
Ama ilahi bir saygı var Hifa da; o bu ilgi ve alakadan rahatsızdır çünkü. O olup bitenden dolayı gerçekten çok üzgündür.
Düştüğü bu müşkül vaziyetten kurtulmak için hz. peygambere giderek durumu ona arz eder.
Ve kendisi için hayırlı bir meşguliyet ister.
—Hifa Allah resul’ünün kendisine meşguliyet olarak çeşitli dersler ve ibadetler vereceğini bekler.
—Oysa Hz peygamber Hifa ya meşguliyet olarak evlenmeyi tavsiye etmiştir.
Bu durum karşısında Hifa Allah‘ın resulüne şöyle der.
—Ey Allah’ın resulü madem meşguliyet olarak evlenmeyi öneriyorsunuz;
Öyle ise kiminle evleneceğim hususunda da karar vermeme yardımcı olunuz. Buna karşılık Hz Peygamber pratik bir çözüm bularak;
—şöyle dedi; yarın sabah namazına mescide ilk giren kim olursa onunla evleneceksiniz. Sonucu da size bildireceğim der ve Hifa oradan ayrılır.
—sonra Hz Peygamber mescide giderek bunu herkese ilan eder.
Bu duyuru dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır ve ahalide büyük bir heyecan başlar.
Öyle ya birçok kimsenin güzelliği, şanı, şöhreti ve zenginliği için evlenmeyi arzuladığı, kervanlar dolusu altın ve mücevher vaat ettiği, evli olan kadınların bile sadece akraba olabilmek için kocalarına istedikleri Hifa artık evlenmeye karar vermiştir.
O gece heyecan ile birlikte bir koşuşturma başlar sokaklarda. Kaldırılıp mescide gidebilsinler. Hatta o gece bir kısım insanlar ise sabaha kadar uyumamayı bile göze almışlardır.
—sabah namazı için hazırlıklar yapıla dursun. Fakat sahabeden öyle birisi de vardır ki ne olup bitenden haberdar, nede olup bitenle ilgilenecek durumdadır. O kendi halinde, kendi derdinde, kendi meşguliyetinde, kendi aczinde; fakir, yetim, öksüz ve gariptir. İşte o kimse de hiçbir şeyle ilgilenecek durumda olamayan Süheyldir.
Süheyl mescidin etrafında yaşayan ashabı suffadandır. Yani o ne harcayacak bir dirhemi, ne başını koyacak bir evi, nede üzerindekilerden başka giyecek bir elbisesi olmayan fukara ve sersefil bir sahabedir. Tabi üzerindeki elbiselere de elbise dersek…
Diğer taraftan hazırlıklar tamamlanmış bütün tedbirler alınmış ve herkes sabah namazı için kendisini ayarlamıştır.
Sabah namazı için peygamber mescide gelerek beklemeye başlar. Az sonra bir gölge belirir mescidin kapısında ve içeriye giren Süheyl’dir.
—Hz Peygamber Süheyl’e; seni bu vakitte buraya getiren nedir diye sorar.
Çünkü mescide ilk girendir Süheyl.
Tabi Süheyl’in olanlardan haberi olmadığı için; sabah namazına geldim ya resul Allah der.
—Hz Peygamber: Hifa olayından haberin yokmu senin diye sorar.
—Süheyl: Haberim yoktur Ya Resulallah; hem haberim olsa dahi benim Hifa ile ne işim olabilir ki der.
Bunun üzerine Hz Peygamber Hifa meselesini Süheyl’e anlatır. Dinlediği olay karşısında şaşkın ve hayretler içindedir Süheyl. “Allah o gece Medineli erkeklerin gözlerine derin bir uyku koymuş ve kimseler sabah namazına mescide gelememişlerdir”
Sonra sabah namazı vaktinin çıkmasına yakın bir zaman kala cemaat mescide gelmeye başladı.
Ve gelen herkes merakla talihlinin kim olduğunu sordu.
—Hz Peygamber: Mescide ilk gelenin Süheyl olduğunu ilan etti.
Hemen akabinde ise Hifaya haber gönderildi ve Süheyl ile evleneceği belirtildi. Hifa da teslimiyete yaraşır bir şekilde tereddütsüz bunu kabul etti. Ne var ki Hifanın duyulmuş olan şanı, şöhreti, güzelliği ve zenginliği kadar; Süheyl’inde kimsesizliği, çelimsizliği, fakirliği ve yetim oluşu biliniyordu çevrede. Zaten herkesi hayretler içinde düşündüren kısmı da buydu ya. Hifa gibi bir kadına Süheyl gibi bir eş…
Sonra Hz peygamber Hifa ile Süheyl’in nikâhlarını kıyar ve Süheyl’e bakarak; Eşine bir hediye almasını söyler.
— Süheyl mahcup bir eda ile başını önüne eğer ve oldukça kısık bir sesle; Ey Allah’ın resulü değil hediye almak, üzerimde bana ait bir dirhemim bile yoktur der.
Bunun üzerine Hifa oradan kalkar ve eve gider. İçinde 100 dirhem bulunan bir kese göndererek; bunlar Süheyl’indir istediği gibi kullansın der.
—Dirhemleri alan Süheyl çarşıda gezerek iki dirheme bir hediye alır ve akşam karanlığında Hz Peygamberin nikâhlarını kıydığı eşi Hifanın evine gider.
Bu gece Süheyl’in zifaf gecesidir. Çarşıdan almış olduğu hediyeyi Hifaya takdim eder
Ve şöyle der: -ey hifa bundan sonra sana benimle evlendiğin için sabretmek düşer.
Bana da senin gibi birisi ile evlendiğim için elbette ki şükretmek düşer.
Sana sabretmek düşer çünkü benim gibi çelimsiz, fakir, perişan hiçbir şeyi olmayan biriyle evlendin.
Bana da gerçekten şükretmek düşer çünkü senin gibi güzel, zengin ve varlıklı birisi ile evlendim. Ve şöyle devem eder Süheyl:
—Allah’ın bize bahşettiği bu evlilik için gel bu geceyi ona ayıralım ve ibadetle geçirelim.
Ben şükrümü sen sabrını eda et. Umulur ki ben şükredenlerden sende sabredenlerden yazılırsın.
Ve her ikisi o geceyi sabah namazı vaktine kadar ibadetle geçirirler. Rablerine dua ve niyazda bulunurlar, kendilerince sabır ve şükürlerini eda ederler. Sabah namazı vakti girince Süheyl mescidin yolunu tutar. Mescide vardığında Hz Peygamberin kendisini karşıladığını görür. Sonra içeri girer girmez Allah resulü Süheyl’e sorar;
-Ya Süheyl siz bu geceyi nasıl ihya ettiniz, ne amel işlediniz de yüce Mevla’yı bu kadar kendinize razı ettiniz. o da müjdeleyen bir eda ile Cebrail’i gönderdi. Müjdeler olsun ya Süheyl müjdeler olsun.
Bu sözleri duyan Süheyl kendinden geçmiştir artık. Boynu bükülüvermiş sesi kısılmıştır artık ve mahcup bir eda ya bürünerek; Biz bu geceyi sadece Rabbimize ibadet ederek geçirdik diyebilmiştir.
Ve… İnen ayette yüce Mevla şöyle buyurmuştur:
—ne mutlu o kimselere ki; rabbine ibadet etmeyi kendi zevklerine tercih ettiler. Bizde o kulları affettik.
Sonra Süheyl ellerini açarak;”ya rabbi sen ki beni affettin, bağışladın tekrar günah işleyerek yaşamak istemiyorum, senden niyazım sana kavuşmak” diye dua etti. Ve duasından sonra ruhunu teslim etti.
—Allah Resulü buyurdular ki Hifada şu anda ruhunu teslim etmiştir.
Ve her ikisi yan yana açılan kabirlere defnedildiler. Ölümsüz aşka, ölümsüz sevdaya doğru.

KADAR


Bardağı taşıran
Şu son damlanın
Taşımdaki payı,
İlk damla kadardır

Ne suçla son damlayı
Ne de bir misyon yükle
Tut ki taşacak bardak
Okyanus kadardır

Ne damlalar damladı yüreğime
Taşmadı, taşmayacak
Sandığın her gerçek
Gördüğün kadardır

Sana kim öğretti yüzmeyi
Balıklı'da kim tuttu belinden
Attığın her kulaç
Yüzdüğün kadardır

Tanımadan sevme kimseyi
Tanıyınca sevmeyebilirsin çünkü
Sevdiğin her insan
Bildiğin kadardır

Tanıyıp da sevseydin beni
Zaten tanıyınca olur bu iş
Attığın her yanlış adım
Gittiğin kadardır

Gözlerinden akan her damla yaş
Taşırır yüreğimi
Ağlayan her göz
Güldüğü kadardır

Gözlerimden akan her damla yaş
Taşırır mı yüreğini?
Rakamlar hayatımızda
Saydığımız kadardır

Uzay entarisi sözüm söz
Belki Seksen yaşımızda
Verdiğim her söz
Tuttuğum kadardır

Bana ömrünü verdin
Saçının koyu kızılını
Yaşattığım her acı
Tattığım kadardır

Sana hiçbir şey vermedim
Saçımın siyahını bile
Yaşattığın her acı
Tattığın kadardır

Şiirlerimi versem, biliyorum
İtersin elinin tersiyle
Okuduğun her şiir
Yazdığım kadardır

Sanırım ayrılıyoruz
Yapacak bir şey yok gibi
Verilecek her karar
Aldığın kadardır
Naci Elmalı

17 Eylül 2009 Perşembe

BAŞKADIR BAŞKA


Leyla sevmek hoştur ama
Mecnun olmak başkadır başka
Şarap içmek hoştur ama
Ayık olmak başkadır başka

Yare varmak hoştur ama
Yaren olmak başkadır başka
Ateş olmak hoştur ama
Yanık olmak başkadır başka

Talip olmak hoştur ama
Dengin bulmak başkadır başka
Aşık olmak hoştur ama
Sadık olmak başkadır başka

14 Eylül 2009 Pazartesi

GÜL


Divan şiirinde en çok sözü edilen çiçek, güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Bazen gül bunlara; bazen da bunlar güle benzerler. Gerek koku, gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir. Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir öğesidir. Bizzat kendisine mahsus gülistan, gülşen ve gülzâr vardır. Hatta ona bazen sultan olarak da rastlarız. Baharın diğer adının gül mevsimi oluşu da güle verilen önemden ileri gelir. Gül yetiştirmenin çok zahmetli bir iş oluşu onun âdeta nazla beslenip büyümesi şeklinde ele alınır.
Gülün açılması apayrı bir olaydır. O, seher vaktinde saba yelinin parmaklarıyla açılır. Onun açılması bir neşe ve sevinç belirtisidir. Çünkü gül açılınca bahar gelir, eğlence başlar. Gülün handân oluşu da yine onun açılması, çâk-ı girîban eylemesidir. Gül bu kadar güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar. Yani geçicidir. Tıpkı âşığın ömrü gibi çabucak geçiverir.
Saba yelü gülün yapraklarını yavaşça aralar ve kokusunu her tarafa yayar. Ancak sonbahar yeli onun için felakettir. Onun perişan olmasına, dağılmasına neden olur. Gülün suya olan ihtiyacı her çiçekten fazladır. Sık sık sulanmalıdır. Kökleri su içinde olursa daha güzel yetişir. Bu nedenle güller su kenarlarında bulunur ki "hurrem" oluşu buradan gelir. Bazen gül yaprakları çiğ tanesiyle birlikte görülür.
Bütün bunların hepsi bir yana gül ile bülbül'ün aşkları dillere destandır. Gül, bülbülün sevgilisidir. Âşık da sevgili denen gül karşısında şakıyıp duran bir bülbüldür. Gül ile bülbülün bu hikâyeleri İslam – Şark edebiyatlarını çok etkilemiştir. Hatta "Gül ü Bülbül" adlı alegorik, müstakil eserler bile yazılmıştır.
Gülün dikeni aşığın rakibidir. Ancak gül ile diken iyilik ve kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman vs. zıtlıkların timsalidir.
Gülün yaprağı anılınca defter, divan, tomar, varak, yazı ile ilgili eşya akla gelir. Sabâ yeli yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan letâif öğrenir ve şâir, sevgilideki yanağın övgüsüne başlar. Utanan kişinin yüzünün kızarıp gül rengini alması dolayısıyla gül daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır.Gülün toprağa yakın fidanına dâmen-i gül denir ki yanında menekşe, sünbül ve süsen bulunur. Bunlar âdetâ gülün eteğine yapışmışlardır. Güllerin destelenmesi, toplanması ayrı bir husustur.
Gül aynı zamanda Cennet çiçeğidir. İbrahim Peygamber ateşe atılınca gül bahçesine düşmüştür. Bazen sevgiliye gül denir ve onun her haliyle gül oluşu anlatılır. Onun endamı, güzelliği, teri, dudağı, kulakları, yanakları, eli, bileği vs. gülde bulunan özellikle ilgilidir. Âşığın gözyaşı da gül renginde akar. Bazen gül, rengi ve şekli yönünden yakut bir köşke benzer. Bazan da ateş, çerağ, şarap ve la'l olur.Divân şiirinde gül ile ilgili teşbih ve mecazların sonu gelmez. Şâir her bakımdan bu güzel çiçeği anar.
Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzâre su
Fuzûlî
İskender Pala

10 Eylül 2009 Perşembe

DOST SÖZDE DEĞİL ÖZDE OLANDIR


Seni sen olduğun için sevendir
Yüreğinin sesini uzaklarda bile dinleyendir
İki eli kanda olsa derdine yetişendir
Varolduğunu hissetiren, kıymet bilendir
Dosttur sözde değil özdedir adı...

Sabun köpüğü değil, darlık anında kaybolmaz
Sözünün eri güvenirliği tartışılmaz
Bilirsin, çıkılan yolda Yarenlikten caymaz
Hayatına girdi mi kolay kolay çıkamaz
Dosttur sözde değil özdedir adı...

Yüreğini menfaatsiz sunar
İyiliğin için sözleri acıya bular,
Vakti zamanı gelir söyledikleri bir bir çıkar
Yoktur senle dolan kalbinde ne fitne fucur ne de çıkar
Dosttur sözde değil özdedir adı...

Yangınlardaki yüreğine, varlığı ile ferahlık
Mutluluklarında, üstüne dikilen saf ipekden bayramlık
Bilmez ne rol ne sahtekârlık
En büyük özelliği yaradılışı doğallık
Dosttur sözde değil özdedir adı...

Yalnızlıklar rıhtımından alıp götürür, süt beyaz yelkeniyle
Uçurum kenarından çeker,adı şefkat elleriyle
İyiki varsın dedirttiren, avucunda tuttuğu yüreğiyle
'Sen cansın benim dostumsun ' ağız dolusu kelimeleriyle
Dosttur sözde değil özdedir adı....
alıntı

7 Eylül 2009 Pazartesi

HAYDİ BUL YÜREĞİMİ



Duymuyor musun sesimi?
Şşşşşşt...
Sessiz ol biraz... Kulak ver...Hâlâ yok mu?
O zaman önce yerini bulmalısın.
Hayır, ben yardım edemem, sen bulmalısın; ama, tarif edebilirim.
Önce tüm düşüncelerinden sıyrıl... Kendini sadece buna odakla...
Kapat gözlerini.
Bu arayışta gözlerin yardımcı olamaz sana.
Elini göğsünün üzerine koy. Biraz bekle, sakince nefes al, heyecanlanma...
Şimdi elini yavaşça sol tarafına götür. Hayır, aşağı doğru değil, daha yukarıda.
Sol koluna doğru. Evet, iyi gidiyorsun, parmaklarının altında hisset.
Bir değişiklik var mı?
Elinin altında bir şeyin attığını hissediyor musun?
Hayır mı? Yanlış yerde olmalısın o zaman.
Çok mu yukarılara çıktın yoksa? Biraz aşağı indir elini.
Avucunu tam olarak aç.
İyice yasla göğsüne.Ya şimdi.? Çok hafif bişey hissettin demek.
Bu güzel, doğru yolda ilerliyoruz o zaman.
Kapalı değil mi hâlâ gözlerin? Şimdi parmakların koltuk altına doğru ilerlesin.
Evet, avucunun altında duruyor olmalı!
Atışını hissediyormusun şimdi.
"Neden şimdiye kadar bulamadım" diye hayıflanma, geçmiş geçmişte kaldı.
Sen bundan sonrasına bak artık.!
Buldun ya yüreğini, bundan böyle hayattaki en iyi rehberin o olacak.!
Sesini dinlersen ve kaybetmezsen onu, sana hep doğru yolu gösterecek.!
Evet, bazen yanılıyor, bazen gittiği yolda tökezliyor; ama, olsun.
Sen yine de dinle yüreğinin sesini.
Bugüne kadar başka şeyleri dinledin de ne oldu.?
Hangi emanet yürek mutlu etti seni.?
Mutlu etseydi arıyor olur muydun bugün kendi yüreğini.?
Hayat, yürekte başlıyor ve diğer bütün duygular yürekte can buluyor çırılçıplak.!
Yüreğinle konuşursan eğer, yüreğinle görmeyi,
yüreğinle duymayı öğrenirsen senden daha mutlusu olmayacak dünya'da.!
Bir insanı sevmenin, yaşam'a koşulsuz, bencillikten uzak,
Sevgiyle bağlanmanın hazzını yaşacaksın, kendinle tanışacaksın.!
Bundan daha ÖZDEN GÜZELLİK ne olabilir ki.?
Yüreğine iyi bak... Unutma ki yürekten veren yürekler alır.!
(alıntı)

6 Eylül 2009 Pazar

GÜZEL SÖZ

Image Hosted by ImageShack.us

5 Eylül 2009 Cumartesi

Seni Aşksız Bırakmam

Harika Bir Parça ve Büyük bir söz...

2 Eylül 2009 Çarşamba

SEN VE BEN


ÖMER KARAOĞLU - KİM BİLİR

GÜZEL SÖZLER


1 Eylül 2009 Salı

DEEP FREEZE



Güçlü teknoloji; üstün koruma. Deepfreeze yeni sürümüyle karşımızda. Bilgisayarınız yeniden başladığında her şey %100 ilk açtığınız gibi olacak, Windows 95, 98 ME, 2000, XP için 8 saniyelik tek bir yükleme yeterli. Elveda virüsler, casus yazılımlar, korkular; Deepfreeze yenilenmiş versiyonuyla daha muhteşem döndü. Bırakın çocukları bilgisayarınızı istediği gibi dağıtsın silsin. Tek bir yeniden başlatma ile her şey eskisi gibi olacak. Üstelik tek bir bit bile kaybolmayacak.
Temel Özellikleri:
- Tüm programların kaydını tutup, açılışta silebilir.
- Birden çok sabit sürücüyü destekler.
- FAT, FAT32, NTFS desteği mevcuttur.
- Güvenli bir şifre koruması mevcuttur.
- Tüm bu işlemleri gerçekleştirirken sadece 2Mb alan kullanır.

Önemli Not:Önemli çalışmalar yapıp dosyalarınızı kaydedeceğiniz zaman veya yeni bir oyun ve program kuracağınız zaman deepfreeze programını kapatmayı unutmayın.

Deep Freeze Ayarları Ve sistemden Kaldırılması :
Programın kullanımı değil ancak özellikle ayarlar menüsüne erişimi ve sistemden kaldırılması konusunda bazı zorluklar var. Gelin programı nasıl ayarlayabileceğimiz ve sistemden kaldırabileceğimize bir bakalım.

# 1. Ayarlar Menüsüne Erişim :
Programı ilk açtığımız zaman saat simgesinde bir simge ile karşılaşacaksınız. Ancak diğer programların aksine bu simgeye tıkladığınızda bir menü görüntülenmeyecek. Paniklemeyin. Bu özellik programın doğasında var. Program menüsüne erişebilmek için SHIFT tuşuna basılı tutarak saat simgesine çift tıklamak ya da aynı anda CTRL+ALT+SHIFT+F6 tuşlarına basmanız yeterlidir. Bu işlemi gerçekleştirdikten sonra karşınıza sağ taraftaki program resmi gibi bir menü çıkacaktır. Bu kısımda ayarlara erişebilmek için şifremizi yazmamız gerekiyor. Bu şifreyi eğer bir tane atamadıysanız boş bırakarak Enter tuşuna basıp geçebilirsiniz, ancak eğer şifre atadıysanız bu şifreyi yazmanız gerekiyor. Daha sonraki pencerede karşımıza gelecek ayarlara isterseniz programı aktif/pasif etmek kısmından bakalım.

# 2. Programı Aktif/Pasif Etmek :
Yukarıdaki işlemi gerçekleştirip menüyü açtıktan sonra burada karşımıza sağ taraftaki program resmindeki gibi 3 seçenek gelecektir. Bu seçenekler ve seçildiğinde yaptıkları işlere bakacak olursak:
# Boot Frozen : Bu seçeneği seçerseniz program bir sonraki Windows açılışında otomatik olarak aktif olacaktır.
# Boot Thawed (1 Restarts): Bu seçeneği seçerseniz yandaki kutu da aktif olacaktır. Buradan programın ne kadar kez pasif olacağını ayarlayabilirsiniz.
# Boot Thawed : Bu seçeneği seçerseniz program bir sonraki açılışta kapatılacaktır. Böylece alt tarafta anlatacağımız programın kaldırılması işlemini gerçekleştirebileceksiniz.

# 3. Programı Sistemden Kaldırmak :
Yukarıdaki ayarlardan Boot Thawed seçeneğini seçip bilgisayarımızı baştan başlattıktan sonra, programın kurulum dosyasını çalıştırın. Eğer yukarıdaki işlemleri gerçekleştirdiyseniz Uninstall seçeneği aktif duruma geçecektir. Uninstall yapıp bilgisayarınızı baştan başlatın. Program sistemden kaldırılmış olacaktır.

Deepfreeze Rapid

Deep Freeze Deposit Files
Şifre : www.2baksa.net

ACTIVE DESKTOP CALENDAR



Active Desktop Calendar, tamamen özelleştirilebilir bir takvimdir. Kendisini masaüstü duvar kağıdınız olarak gösterir. Takvim simgelerinizi, yazı tipinizi ve renklerinizi değiştirebilir, düzinelerce farklı simge seti arasından seçebilirsiniz. Ayrıca kendi simgelerinizi yaratıp kullanabilirsiniz. Active Desktop Calendar, hatırlatıcı ve küçük notlar tutmanızı sağlayan bir Notes özelliği de içerir. Bu program sistem görev çubuğunda çalışır. Ayrıca takvim programının yanında hesap makinesi, not defteri, alarm, görev yöneticisi ve ekran koruyucu olarak da bir saat gelmektedir. Zevkinize göre takviminizin renklerini ayarlayabilirsiniz. İsterseniz takvimi geçici olarak da saklayabilirsiniz. Gözümün önünde bir takvim olsun diyorsanız tam size göre bir program. Ayrıca google takvim desteği ve Outlook ile entegrasyon özelliği de bulunuyor.
Programın Özellikleri:

* Takvim, Notlar, Görevler, Alarm Düzenleme & Oluşturma.
* Csv ve iCal formatlarını desteklenmektedir.
* Takvimin yazı tiplerini, renkleri vs.düzenleyebilme.
* Dünya Saatlerini Gösterebilme
* Ekranda 1 Ay Öncesi Veya 1 Ay Sonrasını Görüntüleyebilme
* Anıtsatma Özelliği İle Kullanıcıları Uyarma
* Tablet PC masaüstü oryantasyonunu bulma
* Dual/multi monitör sistemleri desteği
* Grup takvim bilgileri
* Yerel ağ üzerinde data layerlarını paylaşabilme
* Outlook® ile doğrudan bağlantı
* Google® calendar desteği

Active Desktop Calendar
Şifre : www.2baksa.net

EVEREST ULTIMATE EDITION



EVEREST Ultimate Edition bir sistem bilgilendirme yazılımıdır. Sisteminizin donanımsal ve yazılımsal yapılanması hakkında en ince ayrıntılarına kadar bilgi alabileceğiniz yazılım size bu bilgileri rapor halinde de sunabilmektedir. Almış olduğunuz raporu html biçiminde görüntüleyip kaydedebilir, çıktısını alabilir ve bir e-posta adresine gönderebilirsiniz.
Donanımsal olarak işlemci, anakart, ekran kartı, bellek, depolama birimleri, sürücüler, ses kartı monitör, klavye, fare ve diğer aygıtlar hakkında oldukça ayrıntılı ve sisteminizi daha iyi yapılandırıp kullanabilmenizi sağlayacak olan bilgiler verebilmektedir.
Yazılımsal olarak işletim sistemi, sistem üzerinde çalışan uygulamalar, sistem sürücüleri, servis ve hizmetler, ses ve görüntü kodekleri, ağ bağlantıları, sistemde yüklü yazılımlar, başlangıç uygulamaları ve yazılımsal anlamda aklınıza gelebilecek tüm bilgilere ulaşabilirsiniz.
Güvenlik bilgilerine ayrı yer veren yazılım windows güvenlik güncelleştirmeleri hakkında ayrıntılı bilgi vermekte, kullanmakta olduğunuz güvenlik yazılımlarını göstermektedir.
Karşılaştırmalı test yapma imkanı sunan yazılımla özellikle bellek ve işlemciniz için testler yapabilir, diğer bellek ve işlemciler arasındaki yerlerini görebilirsiniz.
Programın özelliklerinden bazıları,
# Intel Core i7, Atom ve AMD Phenom II için destek.
# OpenGL 3.0 desteği.
# Windows 7 desteği ve Windows Vista altında otomatik yüklenme özelliği.
# ATI Stream ve nVIDIA CUDA için GPGPU sürücü bilgisi.
# Dosya aktarımı ile uzaktan canlı denetim.
# EVEREST CPUID paneli onarılıp yeniden tasarlanmış.
# Nvidia başarı arttırma profili için destek.
# Sistem kararlılık testi.
# Akıllı batarya bilgilendirmesi.
# Monitör tanılamada LCD ayarlama ekranı.
# Son çıkan donanımlar ve yazılımlara destek

EVEREST Ultimate Edition
Şifre : www.2baksa.net

31 Ağustos 2009 Pazartesi

WALLPAPER_1

ORJİNAL BOYUTLARI İÇİN LÜTFEN RESMİN ÜZERİNE TIKLAYINIZ...








30 Ağustos 2009 Pazar

TELEVİZYON VE ZİHİN TEMBELLİĞİ


Özellikle yaşlı insanlardan şu sözleri çok sık duyarsınız: “Televizyon çıkalı eski muhabbetler kalmadı.” Biz bu haklı sözleri değiştirerek şöyle diyoruz: “Televizyon çıkalı anne babalar çocuklarına eskisi kadar zaman ayıramaz oldu.” Anne gündüz televizyon izlerken eteğine yapışan çocuğu başından savmak için “git oyuncaklarınla oyna, görmüyor musun televizyon izliyorum” der. Baba işten dönüp akşam yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturur, eline kumandayı alır, saatlerce şu kanal senin bu kanal benim dolaşır durur. Baba özlemi çeken çocuğuna yarım saatini ayırmaz.
Geliri yerinde, okumuş ailelerin çoğu çocuk odasına da televizyon almaktadır. Alırken çocukla bir anlaşma yapar ve söz vermesini isterler: “Ancak ödevini yapıp dersini çalıştıktan sonra televizyon izleyeceksin.” Çocuk hiç düşünmeden söz verir. Aslında bu anlaşmada iki taraf da birbirini aldatmaktadır. Anne babanın amacı çocuktan kurtulmak, çocuğun da amacı televizyon sahibi olmaktır. Araştırmalar, odasına televizyon alınan çocukların, beklenenin aksine okul başarısında düşme olduğunu göstermektedir. Çocuk, televizyon izleyebilmek için ödevlerini çala kalem yapmakta, derslerine yeterince çalışmamakta ve sınavlara iyi hazırlanamamaktadır.
Çocuklarda televizyon seyretme alışkanlığı sadece okul başarısını etkilemekle kalmıyor; fiziksel, sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimlerini de yavaşlatıyor. Çocuk, televizyon başında yeterince hareket etmediği ve biriken enerjisini harcayamadığı için devamlı kilo almaktadır. Sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan ve koşan bir çocuk birikmiş vücut enerjisini boşalttığı için rahatlamakta; eve sakinleşmiş olarak dönmektedir. Halbuki televizyonun karşısında saatlerce oturan bir çocuk enerjisini boşaltmak şöyle dursun, aksine bu cihazlardan yayılan elektronlara maruz kalmakta ve vücudundaki statik elektrik yükü artmaktadır. Bu sebeple, televizyon bağımlısı çocuklar daha sinirli ve daha saldırgandır. Yaşlarına uygun olmayan programları izlemeleri halinde kafaları karışır, ruh sağlıkları bozulur.
Televizyona düşkün çocuklarda sosyal beceriler zayıflamaya ve içe dönük bir kişilik gelişmeye başlar. Ailesiyle, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla sosyal ilişki kurmada isteksiz davranırlar. Televizyon izleyen bir çocuk, kendisi birşey üretmemekte, sadece başkaları tarafından üretilen şeyleri izlemekte veya oynamaktadır. Hazırı kullanmaya alışmış bu çocuklarda el becerileri ve motor hareketler gelişmez, büyüklerin yardımı olmadan kendi başlarına bir iş beceremezler. Zihinsel ve duygusal gelişimleri de normal değildir. Olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramaz, bilgiyi yorumlayamazlar. Kitap okumak ve ders çalışmak gibi zihinsel çaba gerektiren işlerden hoşlanmazlar. Televizyon karşısında daima alıcı durumunda oldukları için konuşmaya ihtiyaç duymamakta, dolayısıyla dil becerileri gelişmemektedir. Dil becerileri zayıf olduğu için başkalarıyla diyalog kuramaz, duygularını ve düşüncelerini doğru ifade edemezler.
Küçük yaştan itibaren televizyon izlemeye alışan çocuklarda gelişim bozuklukları daha belirgin ve daha ciddidir. Bu çocuklar akranlarına nazaran daha geç yürür ve daha geç konuşurlar. Konuşulanları ve kendilerine verilen direktifleri anlamakta güçlük çekerler. Dil becerileri gelişmediği için isteklerini büyüklerin elinden tutarak veya işaret ederek anlatmaya çalışırlar. Anneye aşırı bağımlıdırlar. Yabancılarla duygusal ilişkiye giremezler. Öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazlar. İsimleriyle çağırıldıkları zaman tepki vermezler. Yaşıtlarıyla oyun oynamayı ve oyun kurmayı beceremezler. Ellerini ve parmaklarını iyi kullanamazlar. Çarşı, pazar, toplu taşıma araçları gibi kalabalık yerlerde bulunmaktan hoşlanmaz, huysuzluk gösterirler. Doğuştan zihin geriliği olan ve fazla televizyon izleyen çocuklarda otizm belirtileri artmakta, bu çocukları eğitmek daha da zorlaşmaktadır.
Çocuklarınıza Zaman Ayırın
Çocukları televizyon bağımlılığından kurtarmanın tek çaresi onlara zaman ayırmaktır. Anne baba olarak öncelikli görevimiz çocuklarımıza iyi bir eğitim kazandırmaktır. Hiçbir işimiz çocuk eğitiminden daha önemli değildir. Eğer çocukların yapmaktan zevk alacakları müzik, resim, spor, kitap okumak gibi faydalı bir becerileri yoksa; anne babaların televizyonu yasaklamaları problemi çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.
Çocuğunun inatçılığından, söz dinlememesinden, aşırı televizyon izlemesinden ve okuldaki başarısızlığından yakınan bir babaya “çocuğunuza zaman ayırın” tavsiyesinde bulunduğumuzda, “her akşam en az bir saat beraber ders çalışıyoruz, ödevlerine yardım ediyorum, ama değişen bir şey yok” demişti. Gülerek: “Hayır, dedim, bizim kastettiğimiz beraberlik bu değil. Çocuk bu beraberlikten zevk almaz, aksine bir an önce bitmesini ister. Siz çocuğunuza zaman ayırmıyorsunuz, ona ders çalıştırıyorsunuz.”
Çocuğunuza ayırdığınız zamanın süresi değil, kalitesi önemlidir. Eğer bu beraberlikten iki taraf da zevk alıyorsa, kaliteli bir beraberlik var demektir. Birlikte yürüyüşe çıkmak, çocuk parkına gitmek, piknik yapmak, akşam yemeğinden sonra ailece çaylı-pastalı sohbet etmek, birlikte televizyonda kaliteli bir film veya program izlemek, uyku saatinde çocuğunuza masal veya kısa bir hikaye okumak ilk anda aklımıza gelebilen kaliteli beraberliklerdir.
Çocuğunuzla birlikte iken iyi bir dinleyici olmalısınız. Çocuk duygularını, hayallerini, düşüncelerini, endişelerini, korkularını çekinmeden dile getirmeli ve sizinle paylaşmalıdır.
Çocuklarını dinlemeyen anne babalar onları tanımakta güçlük çekerler. Çocuğunuzu ne kadar çok tanırsanız, yetenekleri konusunda beklentileriniz o kadar gerçekçi olur.
Ali Çankırılı

25 Ağustos 2009 Salı

HER ŞEY TAMAM,BİR ŞEY EKSİK



Eskiden dünyada, görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı. Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları dağınık.
Sadi
İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz.”Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak mekanlar oluşturup yan yana geliyoruz. Şakalar
yapıyor,sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize.Ama birden bir kurt düşüyor içimize.”Bir şey eksik” diyoruz.”Bir şey eksik ama ne?..”
***
Hevesle dokunuyoruz raflardaki yeni çıkmış kitaplara. Kitaplar okuyoruz durmadan. Bizimle hiç tanışmayan, bizi hiç tanımayan bir yazarın yolculuğuna eşlik ediyoruz; içimizde kocaman bir düş
coğrafyası açılıyor.Ancak son yaprağı da bitirip, kitabı kapatınca, yapayalnız kalıyoruz o coğrafyanın ortasında. Bütün cümlelerin tamam, bir tek cümlenin eksik olduğunu hissediyoruz. Düşünüyoruz, eksik olan ne?.
***
Ders çalışıyoruz geceler boyu.Dem tutması hiç eksilmiyor ocağın üstündeki çayın.Küllükler bir boşalıp bir doluyor. Okulu bitirirsek her şeyin yoluna gireceğine İnanıyoruz.İnanıyoruz ki,şu koridorlardan,,ay başında beklenen harçlıklardan, sıkıcı anfilerden kurtulduğumuzda her şey yoluna girecek. Okulun uzaması ödümüzü koparıyor neredeyse. Nihayet gülümseyerek bakıyoruz, duvarlara öylesine asılmış, buruşuk imtihan sonuçlarına.Yumruğumuzu sıkarak, “bitti” diyoruz, “işte
bitti, şükürler olsun.” Fakat birden kaçıyor hevesimiz. Bir şeyin hiç bitmediğini, hiç bitmeyeceğini anlıyoruz. Kafamızı kurcalıyor bu eksiklik. Bitmeyenin ne olduğunu soruyoruz kendimize
hücumla.Hevesimiz kursağımızda kalıyor.Bir eksikle ayrılıyoruz koridorlardan…
***
Cebimiz para görürse, hayatın yoluna gireceğini düşünüyoruz. Kapılar aşındırıyoruz bu yüzden.Dil döküyoruz boyunları yağdan kaybolmuş, gözleri karanlık bir kuyudan bakan patronlara. Bütün becerilerimizi sıralıyoruz, beceremediklerimizi bile. Nihayet gözüne giriyoruz, bize kuşkuyla bakan ketum cebin. Müjdelerle koşuyoruz ev halkına, arkadaşlara. Herkese söz verdiğimiz ilk maaşla, yine herkese az buçuk bir şeyler alıyoruz. Kuyruğu doğruluyor böylelikle işimizin. Ama bir sabah işe giderken, o malum kuşku oyuyor içimizi.Asıl eksik olanın işimiz olmadığını, başka bambaşka bir şeyin eksik olduğunu hatırlatıyor uyuklayan belleğimize. Yırtınmaya başlıyor belleğimiz: ”Bir şey eksik, ama ne?..”
***
Aşık oluyoruz o kocaman eksiği telafi etmek için. Geceler boyunca yıldızları sayıyoruz, uykumuza veda ediyoruz aşk için. Bütün çıkarcılığımız bitiyor aşk kapıyı çalınca. Gözlerimiz cennetten koparılmış bir parça gibi bakıyor hayata. Dilenciye merhamet ediyoruz mesela, cebimizi sebil gibi açıyoruz herkese. Herkesten bize dua etmesini istiyoruz: aşk için. Öylesine kırılgan, öylesine çaresiz bekliyoruz ki sevdiğimizi, gecikmesi akla hayale gelmedik endişeler doluşturuyor içimize. Ve şu hain endişe: acaba aşk bitti mi? Birden bütün kalabalığın arasında onu görüyoruz.
Yeniden dönmeye başlıyor dünya. Irmaklar yeniden akıyor. Göğsümüzde hesapsız bir ferahlık,”hoş geldin” diyoruz. Gelin görün ki günle rin cenderesine nasıl sıkışıyor bir yerimiz. Aşkın bile telafi edemediği bir şeyin eksik kaldığını kavrıyoruz dehşetle. Bitkinlikle soruyoruz: “aşk değilse ne?...”
***
Sonra annelerimize dönüyoruz yeniden. Dünyadaki en korunaklı sığınağımıza. Bütün yaşadıklarımızı bütün yaşayacaklarımızı bir kenara bırakıp, onun ocağındaki aşı yudumluyoruz iştahla. Tam karşımıza geçip hevesle bizi seyrediyor anne. Göğsünden hayata uğurladığı kırlangıcı. Hevesi azalmasın diye, daha bir kocaman alıyoruz lokmaları ağzımıza. Gizli bir oyun başlıyor anneyle çocuk arasında. Çok iyi hatırlanan, çok eskilerde kalmış. Sonra yumuşak yataklar seriyor altımıza. Gece bir girip bir çıkıyor odamıza merakla: acaba yorganı tekmeleyip üstümüzü açtık mı? Mahsus üstümüzü açıyoruz azcık; gelip nizama sokuyor yorganı, kafamızı yastığa gömüyoruz, yeşil yosuna sokulan kuğunun başı gibi. Ama birden, bizim aralanmasın diye can attığımız bir sorunun üstü açılıyor, yılan gibi kıvrılıyor yorganın içinde. İniltiyle dökülüyor ağzımızdan cümleler: “ Allah’ım, bir şey eksik ama ne?...”
***
Sonra gelecek günlerimizi boyadığımız tablonun renkleri karışıyor birbirine. Hep kaçtığımız o soruyu soruyoruz kendimize:”Yoksa eksik olan biz miyiz?...”
Alıntı

19 Ağustos 2009 Çarşamba

ERKEK DEDİĞİN



Seni elinin tersiyle değil avucunun içiyle kavrayacak. Bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz elimi böyle. Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didiklemeyecek.
İnce olacak; seni senin kadar düşünecek. Sen onu merak ettiğinde kendisine hesap soruluyor havalarına girmeyecek. Senin inceliğine karşı umursamaz sözler sarf etmeyecek.
Adamın sinirini bozmayacak, cinlerini tepesine çıkarmayacak, sanki sen onun için varmışsın her ne zaman istese emrine amadeymişsin, o ne yaparsa yapsın her istediğinde yanında elinin altında olacakmışsın triplerine girmeyecek.
Sen ona sevgini hissettirdiğinde, sen ona kayıtsız şartsız aşıkmışsın gibi havalara girmeyecek.
Erkek dediğin ilgi gördüğünde ilgiyle, sevgi gördüğünde sevgiyle karşılık verecek.
Erkek dediğin, sen onun için kendine baktığında, sırf ona daha güzel görünmek için giyinip kuşandığında hiçbir şey olmamış gibi davranmayacak. Ruhunu okşamasını bilecek. Romantik olacak kimi gün habersizce kucağında çiçeklerle çıkıp gelecek. Özel günleri unutmayı marifet sanmayacak. Kayıtsız olmayacak senin bütün zarafetine karşı. Gerçekten seven bir kadın sevgi ve ilgi bekler, erkeğine verdiği aşkın karşılığında küçük bir tatlı söz, kısa bir mesaj, bir çağrı bile onu mutlu edebilir. Erkek dediğin bütün bunları cebinden para harcıyormuş gibi cimrilikle yapmayacak.
Ben aranmayı, çok aramayı sevmem demeyecek. Her şey kendi istediği gibi olsun istemeyecek. Sadece kendi canının istemesine bağlamayacak her şeyi. Erkek dediğinin, hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek.
Seviyorum deyip bir sonraki perdede kaçmayacak, özlüyorum diyorsa gelecek, kaybetmek istemiyorum diyorsa kaybetmeyecek. Erkek dediğin askına sahip çıkacak. Korkak olmaz erkek dediğin. Erkek dediğin iyi sevişecek. Koyun gibi yatmayacak, bir an önce şu iş bitse demeyecek.
Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin. Bir baba şefkatiyle seni alnından öptüğünde bileceksin ki sevgisi geçici ve zayıf değildir. Ve sevgiyle öptüğünde dudaklarından bileceksin ki öpüşün tek sebebi şehvet değildir.
Erkek dediğin yakışıklı olacak, çekici olacak ama bundan çok daha öte bir şey...
Zeki olacak.
Kadının küçük yalanlara, bahanelere inanmayacağını, kendisini kendi gibi tanıdığını bilecek. Kadının zekasını küçümsemeyecek kadar zeki olacak. Zeki olacak, seni bir hamur gibi karmasını bilecek, o hamura kendisi katmasını da. Değerlerini bir anlık hevesler uğruna satmayacak.
Namussuzluğunu, ahlaksızlığını ancak ve ancak seninle yataktayken kullanacak. Erkek dediğin önce sevecek.
Kendini sevmeyen erkekten kimseye hayır gelmez. Bir bakarsın ki yıllar sonra bu adamla ne yatağa sığıyorsun, ne toprağa... Koluna girip gezmesini bileceksin gururla, koynuna alıp sevişmesini de. Babalığını da bilecek, ana-babaya hürmet etmeyi, kadir kıymet bilmeyi, vefakarlığı, fedakarlığı...
Erkek dediğin seni koruyacak, kuşatacak. O nerede olursa olsun seni koruyacağını bileceksin.
Pısırık olmayacak erkek dediğin. Erkek dediğin erkek olacak. Seni sadece sen olduğun için sevecek. Parayla pulla, kariyerle, güçle, kimin ne dediğiyle hareket etmeyecek. Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem dostun, hem baban, hem çocuğun olacak, huzurla bağrına basacaksın.
CAN DÜNDAR

17 Ağustos 2009 Pazartesi

4 MAHALLELİ KASABA



Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evet ama'lar yaşıyormuş. Evet ama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap erirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evet ama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyi ki yaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.

ÇOCUKLAR GİBİ



Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi

Bazı nur içinde, bazı sisteyim
Bazı beni seven bir göğüsteyim
Kah el üstündeydim, kah hapisteydim
Her yere sokulan bir rüzgar gibi

Aşkım iki günlük iptilalardı
Hayatım tükenmez maceralardı
İçimde binlerce istekler vardı
Bir şair, yahut bir hükümdar gibi

Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi

Şimdi şiir bence senin yüzündür
Şimdi benim tahtım senin dizindir
Sevgilim, saadet ikimizindir
Göklerden gelen bir yadigar gibi

Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Yüzün çiçeklerin en güzelidir
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi

Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
Sevişen yaramaz çocuklar gibi
Sabahattin Ali

Çok güzel bir şiir. Ayrıca Şiirin güzelliğine kendi yorumunu katan bir sanatçı.
Kendim klip hazırlayana kadar başka bir arkadaşın hazırlamış olduğu klibi paylaşmayı uygun buldum. Umarım beğenirsiniz.


30 Temmuz 2009 Perşembe

ÇİVİ



Bir zamanlar çok öfkeli ve hırçın bir çocuk vardı. Çocuk, sonradan üzülse de, kolayca öfkelenip hırçın davranışlar göstermekten kendini alamıyordu.
Bir gün, yaptığı bir hırçınlığın ardından öfkesi yatışıp üzüntü hissetmeye başladığı bir vakit, babası bir torba çivi verdi çocuğa. Ve, ne zaman sinirlenip hırçınlık yapar ise, bu çivilerden birini arka bahçedeki çitlere çakmasını söyledi.

Çocuk, ilk gün otuzyedi çivi çaktı. Daha sonraki günlerde çakılan çivi sayısı gitgide azaldı. Çocuk, öfkesine hâkim olmanın arka bahçeye gidip çivi çakmaktan daha kolay olduğunu zamanla farketmişti.

Sonunda çocuk öfkesine hâkim olur hâle geldi. Gidip durumu babasına sevinç içinde anlattı. Babası, bu defa, kendisini tutabildiği her gün için çivilerden bir tanesini çitlerden sökmesini istedi oğlundan.

Günler, haftalar geçti ve en sonunda çocuk babasına tüm çivilerin bittiği haberini verdi. Bunun üzerine, babası “Aferin oğlum! İyi iş becerdin ve öfkene hâkim olmayı başardın” dedi ve çocuğun elinden tutup onu çitlerin yanına götürdü. Eliyle çitlerdeki delikleri göstererek, “Ama şu çitlerdeki delikleri görüyor musun? İşte o çitler bir daha asla aynı olmayacaklar” diye ekledi. “Öfkelenip de kötü sözler söylediğin veya kötü hareketler sergilediğin zaman, insanların kalblerinde işte bu çitlerde gördüğün gibi delikler açmış olursun. Ardından özür dilesen de, o yaranın izi orada kalır. Onun için, özür diler hallederim diye düşünmektense, sonradan özür dilemek zorunda kalacağın bir hareket yapmamaya çalışmalısın.”
Uyarlama: Cemal Karabel

23 Temmuz 2009 Perşembe

HAYAL



Bir zamanlar bir tepenin üzerindeki genişçe bir evde bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara düşkünmüş. Bir gün:
"Büyüdüğümde neler istediğimi buldum" demiş kendi kendine. "Çok büyük bir evde yaşamak isterim. Uçsuz bucaksız bir bahçesi olmalı. Bahçede iki St. Bernard köpeğim olsun isterim. Uzun boylu, siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen çok güzel ve çok şefkatli bir kadınla evlenmek isterim. Üç güçlü oğlum olsun isterim; tâ ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi buluşlar yapan bir bilim adamı olsun, öteki senatör, üçüncüsü de dünya çapında ünlü bir sporcu... Ben de dünyanın her tarafını göreyim. Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, dağda kalmış insanları kurtarayım. Arabam da Ferrari olsun isterim."
Delikanlı, bu hayallerin gerçekleşmesi için, başlamış dua etmeye. Günler günleri, aylar ayları bu şekilde kovalamış.
Ancak, günün birinde, umulmadık birşey olmuş. Bir gün arkadaşlarıyla futbol oynarken ayağı kırılmış. Ondan sonra, değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da artık hayal olmuş bu arada...
Aksayan bir bacakla, çalışmayı sürdürmüş yine de. İyi bir işletme eğitimi görüp, tıbbî malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş. Şirketi kurduğu günlerde, üniversitede tanıştığı bir kızla da evlenmiş. Kız güzel ve şefkat-liymiş gerçekten. Fakat uzun boylu değil, kısaymış. Saçları kestane rengi, gözleri badem rengiymiş. Gitar çalamaz, güzel şarkılar söyleyemezmiş. Ama harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış.
Adam, işinden dolayı, şehir dışında geniş ve güzel bir villada değil, şehir içindeki bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış. Ama evinin deniz manzarası gene de harikaymış. İki St. Bernard köpeği besleyecek bahçesi yokmuş, ama güzel mi güzel bir kedisi varmış.
Bu arada, üç çocukları olmuş. Ama üçü de kızmış. En küçük kız, tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama içlerinde en güzelleri oymuş. Üç kız da babalarını çok seviyorlarmış. Onunla futbol oynayamı-yorlarmış ama, birlikte parklara, ormanlara gidiyorlarmış.
Adam iyi para kazanmış, ama öyle kırmızı bir Ferrari'si filan olmamış. Bir sabah tâ çocukluk yıllarında yaptığı duaları hatırlamış. Üzüntü içinde, en iyi arkadaşına koşmuş:
"Ben" demiş, "hiç mutlu değilim."
"Neden?" demiş arkadaşı...
"Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım kısa boylu, saçları kestane rengi, badem gözlü; gitar da çalamıyor."
Arkadaşı:
"Ama çok iyi bir insan, değil mi?" demiş. Adam dinlememiş bile onu... Sonra, bir gün karısına içini dökmüş:
"Hiç mutlu değilim" demiş.
"Neden?" diye sormuş karısı...
"Çünkü büyük bir bahçe içinde lüks bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47. katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard köpeğinin yaşayacağı geniş bir bahçem olsun isterdim, hani nerde?"
"Ama güzel bir dairede yaşıyoruz" demiş karısı. "Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Huzurluyuz, neşeliyiz, birbirimizi seviyoruz. Üç de harika çocuğumuz var."
Adam dinlemiyormuş bile...Daha sonra bir g?n bir psikiyatriste koşmuş bu kez:
"Ben mutlu değilim" demiş.
"Neden?" diye sormuş psikiyatrist.
"Çünkü ben bir gezgin olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masabaşı işim ve sakat bir bacağım var."
"Ama sattığın tıbbî malzemeler yığınla hayat kurtarıyor" demiş doktor...
Adam dinlememiş. Doktor da, yüz dolarlık bir vizite ücreti yazıp yollamış. Bu kez, malî müşavirine dert yanmış adam:
"Ben çok mutsuzum" demiş. Malî müşavir sormuş:
"Neden?"
"Bir kırmızı Ferrarim olsun isterdim. Oysa işe metroyla gidip geliyorum. Bir yığın da sorunum var."
"Ama halin vaktin yerinde" demiş malî müşavir. "İyi bir gelirin var, aile huzurun var, istediğini alıp istediğin yere gidebilir durumdasın." Ama adam dinlemiyormuş bile. Malî müşavir adama yüz dolarlık bir danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde bir kırmızı Ferrari varmış çünkü.
Adam, çocukluk hayaline takılıp kalmış. Gün geçtikçe, mutsuzluğu daha da artıyormuş. En sonunda, hasta olup yataklara düşmüş.
Hastane odasında serumlarla beslendiği günlerin birinde, bitkin bedeni uykuya daldığında, bir rüya görmüş adam. Rüyasında, bir melekle karşılaşmış.
Uyanıkken aklı fikri çocukluk hayaline takılıp kalmış adam, bu kez rüyasında meleğe anlatmış çocukluk hayalini.
"Allah'a günlerce, haftalarca yalvarmıştım" demiş. "Ama hayallerim gerçek olmadı. Dualarım kabul edilmedi."
"Allah dualarını geri çevirmedi" demiş melek. "Sana onları verebilirdi; ama onlardan daha güzelini vermeyi tercih etti. Güzel, sadakatli, sevecen bir eş, iyi bir iş, şehir şartlarında herkesin hayalini kurduğu geniş ve güzel bir ev ve üç tatlı kız çocuğu..."
"Evet" demiş adam. "Ama ben Allah'ın bana benim gerçekten istediklerimi vermesini istiyordum."
Melek:
"Biliyor musun?" demiş. "Allah da, onun senin için gerçekten istediğini vermeni senden bekliyor?"
"Allah benden ne istiyor ki?" demiş adam.
"Onun sana verdiklerinin kıymetini bilerek mutlu olmanı ve şükretmeni!" demiş melek.
Adam o gün boyu bu rüyayı düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Bu defaki hayalinde, zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.
Adam, o günden itibaren, ailesiyle birlikte mutlu bir hayat yaşamış. Ve her fırsatta, "Hayal gücünüzü kullanmaktan çekinmeyin" demiş insanlara. "Ama size verilenlerin kıymetini bilmek şartıyla..."
Selim Gündüzalp

13 Temmuz 2009 Pazartesi

ÜMİTLİ KURBAĞA



Bir kurbağa sürüsü ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyordu.
Yukarıdaki kurbağalar, boşuna çabalamamalarını söylediler arkadaşlarına:
“Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız.”
Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlardı.
Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler.
Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı.
Çünkü, bu kurbağa sağırdı. O yüzden, arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı…
Paul Estridge

5 Temmuz 2009 Pazar

Bir Bilge Kızılderelinin Hayata Bakışı




Hakikat arayışı insanlık var oldukça sürecektir. Bu arayışı yüreğiyle ve aklıyla gerçekleştirmeye çalışan bazı insanlar, bütün hakikatlerin kaynağı, güneşi ve koruyucusu olan Rabbimizin HAK isminin bazı yansımalarına mazhar olmuşlardır.
Bu insanlardan biri de bilge bir kızılderili olarak karşımıza çıkınca insan biraz şaşırıyor. Holywood yapımı filmlerde beyaz insanların kafa derisi ile kemerlerini süsleyen kızılderili senaryoları ile şartlanmış zihinlerimizin, bu şaşkınlığı yaşaması biraz da normal herhalde...
Yaşlı bir kızılderili olarak sakin bir kasabada ömrünün son yıllarını yaşayan Don Juan’ın hayata bakışını onunla beraber 2 yıl yaşamış olan Amerikalı bir yazar kitaplaştırmış. Özlü bazı tespitlerini izin verirseniz sizlerle paylaşmak istiyorum.
İnsanları dört sınıfa ayırıyor bu kızılderili bilge:
1. Alelâde insan 2. Avcı 3. Savaşçı 4. Bilge kişiler
•Alelâde insan; başına gelen olaylara ya şükreder, ya da küfreder.
•Avcı; iyi bir gözlemcidir. dikkatini yoğunlaştırmayı öğrenir ve savaşçı olmaya bir geçiş devresidir.
•Savaşçı; hayatın gayesinin öğrenmek olduğunu bilir. Bilginin kendisi değil, neticesi önemlidir onun için.
•Savaşçı öyle bilgiler öğrenmek ister ki, edindiği şeyler onu hayatta daha bilge, daha güçlü, daha hür yapsın.
•Savaşçı, kendi egosunu arka plâna atarak öğrenmek ve öğrendiklerini anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde sentezlemek ister.
•Savaşçı tutumu içinde kazandığı her bilgi, “savaşçı”nın kendini daha iyi tanımasına yol açar. İnsanın kendini gerçek mânâda tanıması için, kendi egosunu, hatta kendi bakış tarzını ikinci plâna atması gerekir.
•Savaşçı, karşısındaki insanları etkileyen tüm faktörleri, o insanların bakış açılarını, onları yargılamadan, kendi gerçekleri içinde anlamayı hedefler...
•Gerçek hayatta “savaşçı”nın silahı, şuuru, cephanesi de irade gücüdür.
•Savaşçı, öyle bir iç huzur geliştirmek ister ki, bu iç huzur çevre şartlarından bağımsız olsun.
•Hangi çevrede olunursa olunsun barış ve mutlulukla dolu olmanın yolu, şuuru geliştirmektir. Bunun için de irade güçlendirilmelidir. İnsan, kendini mutsuz eden olaylardan kaçmadan, olayların kendisini nasıl etkilediğini bütünüyle anlamalıdır.
•Savaşçı, karşısına çıkan her sıkıntılı durumu olgunluğa ulaşması için bir fırsat olarak görür.
•Savaşçı, gerçekleştirmek istediği hedefe ulaşmak için başarı ve yenilgiye değil, o süreç içinde en akıllı, en etkili, en bilge olanı tüm iradesiyle kullanıp kullanmadığına önem verir.
•Yargılamaktan değil, öğrenmek ve anlamaktan giden yolda ilerleyen savaşçı nihayet “Bilge”liğe ulaşır.
Şimdi, lütfen bizden binlerce kilometre uzaktaki bir yerden, tamtam sesleri ve kızılderili çığlıkları arasından süzülen bilge bir kızılderilinin hayata bakış açısını ve kendi değerlerimizi, başımızı ellerimizin arasına alarak beş dakikalığına olsa da düşünelim.
Medyanın çığlıklarından, suni gündemlerden, yapay sıkıntılardan biraz uzaklaşıp, aklı sarhoş, ruhu serseri, kalbi geveze yapan şu mim’siz medeniyetin atmosferinden sıyrılıp, kendimize soralım “Biz neredeyiz?”...
Adnan Şimşek

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Babylon Pro 8.0



Çok kullanışlı ve faydalı bir sözlük programı.
Sözlüklerini bulup yüklediğiniz her dilde kullanılıyor.

Download Depositfiles

Download RapidShare

Download Filefactory

Bildiğin Gibi Değil



Klip kendi emeğimdir. Dilerim beğenilir.

BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL

Eskiden bir adım vardı,
ümidim, feryadım vardı,
şimdi ben, o ben değilim
Yolumu bilmiyorum,
Ölmüyor, gülmüyorum,
Bu hayat yordu beni
Bildiğin gibi değil...
Dağlarım devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Bir ayaz vurdu beni
Bildiğin gibi değil...
Güllerim devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Bir ayaz vurdu beni
Bildiğin gibi değil...

Eskiden mevsim seçerdim,
Solardım; çiçek açardım,
Şimdi ben, o ben değilim,
Bir nefes, bir ahım var,
Bilmem ne günahım var,
Vedalar sardı beni,
Bildiğin gibi değil...

Dağlarım devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Bir ayaz vurdu beni
Bildiğin gibi değil...
Güllerim devriliyor,
Gençliğim savruluyor,
Vedalar yordu beni,
Bildiğin gibi değil...

Şehrin en karanlık yerinde duruyorum; haydi, vur beni!..
Hiç ümidim kalmadı; tutunacak bir dalım...
Başım yere eğme benim; mazlum yerine koyma.
Allı-pullu düşlerim vardı oysa.
Bir hayat böyle tersine dönmez; bir yiğit böyle harcanmaz.
Dağlara-taşlara bağırasım geliyor.
İçim yanıyor içim! Bildiğin gibi değil...

Bu, bir hikayenin bitişi midir; bu, kanlı bir veda mıdır?
Bu, son savaşçının yediği kurşun; bu, son kalenin de düşüşü müdür?
Dalgaların çekilişi, bayrakların yıkılışı; bu, şarkıların susuşu mudur?
Ömrüm kanıyor ömrüm! Bildiğin gibi değil...

Ben bu hayata asiydim; öyle değil mi?
Bir yıldız kaydı ömrümden; ben de yenildim...
İşte her şeye sırtımı dönüp koşuyorum...
Sarı güller kahrolsun; ıslak gözler, beyaz mendil kahrolsun!..
Kahrolsun bu kaldırım; bu nezaket, mutluluk dilekleri!..
Canım yanıyor canım!
Bildiğin gibi değil...

30 Haziran 2009 Salı

SEYİRCİ



Seyirci / Bir Olmak Ya Da Olmamak Meselesi
Doğrusu, o zamana kadar hiç farketmemiştim etrafta olup bitenleri sadece seyrettiğimi. Meğer bir futbol maçını seyreden seyirciden farksızmışım. Bunu sahaya indiğinde anlıyor insan. Amatör bir futbol takımında oynadığım sıralardı. Yaşım onbeş-onaltı. Antrenörün gür sesini bugün gibi hatırlıyorum: "Seyretme oyunu; oyuna katıl!"
Yaşantımdaki bu kısa futbol tecrübesinden aldığım en büyük ders, işte antrenörün bu sözlerinde gizliydi. Hayat, seyredilecek değil, katılınılacak birşeydi. Ama neden o zamana kadar bunu farketmemiştim ki?
Doğrusu, bu sorunun cevabını, yaşadığı olaylara sonradan bakıp bir ‘yapıbozum ameliyesi’ gerçekleştirdiğinde daha iyi anlıyor insan. Bir kere, görmeniz gereken ilk nokta, kişiliğinizin temel taşlarının esas olarak iki ortamda şekillendiğidir. Bunlardan biri ev, diğeri ise okul ortamı. Ev ortamında asıl belirleyici olansa, annenizle aranızdaki ilişkidir. Sonraki yaşantınızı doğrudan etkileyeceğinden, çok kritik bir ilişkidir o. Bu ilişkide, eğer anneniz sizi ‘canı ciğeri’ olarak görüyorsa, hemen söyleyeyim, ciddi bir problem alanıyla karşı karşıyasınız demektir. Çünkü, bir annenin—terkten gayrı—çocuğuna yapabileceği önemli kötülüklerden biri, onu kendisine ait ve kopması mümkün olmayan bir ‘uzantı uzuv’ olarak görmesidir. Zira, aşırı şefkatten (ya da aşırı şefkat görünümündeki ‘sahiplenme’den) kaynaklanan bu ebeveyn tutumu, annenin izni ya da haberi olmadan sizin sandalyeden aşağıya inmenize bile müsaade etmez. Eğer o mutfakta ve siz oturma odasında olsanız ve hiçbir şey yapmıyor olsanız dahi, çok rahatlıkla şöyle bir soruyla muhatap olabilirsiniz: "Ne yapıyorsun orada?" (Sanki kendisinden habersiz hareket etmesi muhtemel olan bir uzvunu kontrol etmek istiyordur). [Meraklısı için: "Evladıyla Kardeşâne Münasebet," Risale Düşünceleri, Senai Demirci].
Böyle bir ortam, inisiyatif alma, farklı tecrübeler yaşantılama noktasında gayet fakir bir çevre sunar size. Bağımlı olmayı öğretir. Aslında, hiç ‘yok’sunuzdur. Ve bu şartlar altında, ‘yaşam boyu seyircilik’ yolunda birinci dersi almış olursunuz.
Seyircilik yolunda sizi daha sistematik bir şekilde ‘kemâle erdiren’ ikinci önemli ortam ise, okuldur. Öğretmeniniz, işte bu ortamda karşınıza dikilen bir otorite figürüdür. Çok konuşur, az dinler—o da sadece duymak istediklerini. O yüzden, içinizden geçenler, genellikle içinizde kalır. Zamanla, ‘içinizde kalan ve ifade edilemeyen bir siz’ ve ‘dışarıya sunduğunuz bir siz’ diye ikiye bölünürsünüz. ‘Öz’ünüzü değil, sadece ‘kabuk’unuzu (dışsal davranışlarınızı) eğitmeye, daha kötüsü sizi sadece ‘kabuk’tan ibaret kılmaya çalışan koca bir sistemle karşı karşıyasınızdır.
O yüzden, sizi düşündürtmekle, düşündüklerinizi söylemenizle değil, sadece işitme ve işittiklerinizi sonradan hatırlama kabiliyetinizle ilgilenilir. Enerji ve potansiyellerinizin, dört duvar arasına sıkıştırıldığını hissedersiniz. Ve, isyan etmeyecekseniz söyleyeyim, kendisi olamayan her insan gibi, elinizde tek bir seçenek kalır: uymak ve seyirci olmak.
Kanımca, bu tipik Türk ortamlarının (ki, bunun içine erkekler için asker ocağını da kesinlikle katmak gerekir) üzerimizde iki önemli sonucu oldu: Birincisi, adam gibi hiçbir işe elimizi bulaştırmadığımız—ya da bulaştırılmadığımız—için, bir iş başarmanın çok kolay olduğunu düşündük. İkincisi de, garip bir şekilde, aslında bir iş başarmadığımız için, kendimize hiçbir zaman tam bir güven duy(a)madık. Ama bu kendimize dönük aşırı güvensizliğimizi uzun süre kabullenemediğimiz için de, sonradan onu altı boş ve aşırı iyimser bir kendine güvene dönüştürmeyi de ihmal etmedik.
Tıpkı bir seyirci gibi! Zira, meselâ bir futbol seyircisi de, kendisi hiçbir zaman profesyonel futbol oynamamıştır; ama, her nasılsa, bu oyunun çok kolay olduğunu düşünür. O yüzden, meselâ ileride oynayan bir oyuncunun nasıl olup da gol kaçırabildiğini bir türlü anlayamaz. O oyuncunun yerinde kendisi olsa, kaçan golü atabileceğinden o kadar emindir ki... Acayip bir haldir bu. Mantığına gelince, daha da acayiptir: "Ben o işe hiç bulaşmadım, yani temizim, yani mükemmelim, yani o işi eğer ben yapsam mükemmel yaparım." Seyirci, bu şartlar altında, bir bakıma, kendi varlığının farkında olmayan, onu sıfırlayan kişidir. Bu boşluğu, varlığını, gerçek hayattaki ‘kötü örnek’lerin üzerinde hayalî bir ‘mükemmel örnek’ şeklinde konumlandırarak kapatır.
Bu anlamda, seyirci olmak, belli mekânlarda ve belli zamanlarda görülen bir kerelik birşey değil, bir yaşam biçimi, bir temel duruştur da. Ve bu temel duruş, hayatın farklı karelerinde rahatlıkla gözlemlenebilir birşeydir. Tıpkı, geçmiş günlere ait şu haberde olduğu gibi: Tenha bir caddenin ortasında yatan bir yaralı, onu çeken bir kameraman ve dilinden şu anlamsız sözler dökülen bir muhabir: "Evet sayın seyirciler, yaralı yerde yatıyor, ama hiç kimse ona yardım etmiyor!"
Yine bu yüzden, içinde yaşadığımız toplumda, ikisi de seyirci psikolojisiyle ilgili olarak, futbol ve siyaset daima gündemin en üst sırasındadır. Her ikisi için de aktif bir rol almaları sözkonusu olmayan yığınlar, mütemadiyen, bu alanlardaki ‘kötü örnekleri’ eleştirir ve kendilerinin onların yerinde olsa nasıl iyi şeyler yapacaklarını konuşurlar. Kahvehaneler, işyerleri, ofisler, sokak başları ‘aktif’ seyirci paylaşımlarının yaşandığı yerlerdir. Gerekli enformasyon da, yine bir seyir aleti olan TV aracılığıyla sağlanır. Böylece, seyirci olmak, bütün bir vatan sathına yayılmış gerçeğimiz olur çıkar.
Hâsılı, herşey bireye seyirci olmayı öğretir, hatta buna zorlar. Bana göre, tüm bunların kökeninde insanın nasıl tanımlandığı sorusu yatıyor. Ebeveynin çocuğuna bakışını alın. Bir annenin çocuğu, ‘kendi nezaretine verilmiş bir ferd olarak kavraması’ ile "kendisinin doğurduğu ve kendi sahipliğinde olan bir canlı olarak kavraması" aynı şey mi? Mantıksal olarak, birinci kavrayış, hem bir sorumluluk hem de çocuğun öznel kişiliğine saygı; ikinci kavrayış ise, annenin sahipleniciliği sonucu, ister istemez çocukta bir bağımlılık ve pasif bir seyirci tavrı üretecektir.
Yahut, ferdi, bir ülke ve milletin menfaatine harcanacak bir malzeme olarak gören eğitim anlayışı ile ülkeyi ferdin kendi duygusal, fikrî ve kişilik gelişimine katkıda bulunacak bir ortam olarak gören anlayış, okul denen kurumu çok farklı yapılandıracaktır. Birincisi, (özellikle tarih çarpıtmalarından hasıl ettiği hamasî diskurlar desteğinde) okulu, bugün olduğu gibi, ferdi pasifleştirerek ehlîleştirmenin (seyircileştirmeye) bir aracı olarak kullanacak; ikincisi, okulu, kabiliyetlerin kendi mecralarında gelişmesine katkıda bulunan ve eğitimi öznel deneyimlere dayandıran bir formata kavuşturacaktır.
Deneyim; burada ve bu yazının tümünde, anahtar kelime budur işte. Çünkü deneyim, hata yapma fırsatıdır, yapılan şeyin sonucunu görme şansıdır; bir tarz, kişilik ve karakter geliştirme imkânıdır; ve hepsinden önemlisi, özgürlüktür. Özgürlük ise var olmaktır.
Bir deneyin isterseniz.
Elbette, tribünlerden inmeyi unutmadan...
Ömer Baldık - Zafer Dergisi Kasım 2001

PaidVerts
my space statistics