24 Şubat 2014 Pazartesi

DİNLENMEK Mİ, DEMLENMEK Mİ?


Kızılderili sözlerini ve hikâyelerini hep sevmişimdir. Onlardan bir tanesinde şöyle anlatılır:
Bir dağ yolcuğunda birkaç Kızılderili, beyaz adama eşlik etmektedir. Yolculuk zorludur. Beyaz adam beklemeyi istemediği için, hemen zirveye ulaşmak ister. Hedefe odaklanmıştır. Kızılderililer ise biraz tırmandıktan sonra oturup geldikleri yöne doğru bakarlar. Beyaz adam tekrarlanan bu durumun yolunu yavaşlattığını düşünür. Anlam veremez ve sorar:
"Neden iki de bir durup oturuyorsunuz?"
Kızılderilinin verdiği cevap, ruhunu dinlendirip, yaşadıklarını demlendirmeye çalışan herkes için bir cevap sunar.
"Çok hızlı hareket ettiğimizde ruhumuz gerilerde kalır, arada bir durup onun gelmesini bekliyoruz" der.
Yaşadığımız hayat tam bir uyaran bombardımanı... Sürekli bir şeyler görüp, bir şeyler duyuyoruz. Haberler, internet, insanların söyledikleri, otobüste, vapurda yanımızdakinin konuştukları, okudukları, sürekli çalan telefon ve televizyon... Kulağımıza bağıran ve fısıldayan her şeyi eleyecek, susturacak ve dinlendirecek bir zamana ihtiyacımız var. Tüm yaşadıklarımızı ve bize öğretilmek istenen, yaşarken anlamamız murat edilen her şeyi fark etmek için bir mola vermek gerekiyor.
Yeniden kalabalığın ve keşmekeşin içine girmeden, seyretmek ve seyredilmek arzusundan, görmek ve görülmek hevesinden vazgeçip kendinle baş başa kalabildiğin, sessizliğin sesini dinleyerek demlenerek dinlendiğin bir tatile gitmek... Bir tatili yaşamak...
Kişisel gelişim kitapları bize her zaman hedefe odaklanmamızı öğütledi. Bu bilgi o kadar işledi ki içimize, süreci unuttuk, süreçte öğrenmeyi unuttuk. Kadim öğretilerde sonuca göz dikilmez, yolda yürüyüşün kadar, geride yaşadıklarınla da helalleşmen öğütlenir. Batıya dair söylemlerde hedef ve onun getireceği hazza odaklanılır. Beklemeye razı olmayan, bir lezzetin peşinde geride bıraktıklarına ve kırıp döktüklerine bakmadan, hesaplaşıp helalleşmeden koşarak devam etmek... Yaşadıklarından geriye sana ne kaldı? Ruhun neleri bekledi, neler öğrendi, hangi sorusuna hangi cevaplan buldu, kendi unuttuklarını ona hatırlatanı fark edebildi mi?
Biz her şey yanından gittiğinde, yüreğiyle ve onun sahibiyle baş başa kalan bir Peygamberin ümmetiyiz. O içiyle hesaplaşan, onunla konuşan, yaşadıklarını anlamak, onları doğru okumak ve devam edebilmek için yavaşlayan, ruhunu bekleyen bir insandı. Hedefi belliydi, ama o yoldaki işaretleri doğru okumaya çalışırdı. Yolda karşılaştıklarını atlayıp geçmezdi, onları ve onlarla yaşadıklarını önemserdi. Yolda yaşadığı her şeyi anlayabilmek için durur beklerdi. Yüreğinde demlendirmeden de söylemezdi.
Biz de bu fevri halimizden vazgeçmeliyiz... Bir çayın tadının gelmesi için yavaş yavaş demlenmesi gerektiği gibi, biz de yavaşlamalıyız... Hayattan vazgeçmeden, ona da kapılmadan, sürüklenmeden, içimizdeki hıza bir dur deyip, frene basıp öyle bir tatil yapalım... Yaşadığımız, gördüğümüz ve duyduğumuz her şey yerine otursun... Ayıklansın, temizlensin, tasnif edilsin, demlenmek için bir taşım kaynama süresinden sonra biraz daha beklesin... Ruhumuz tüm yaşadıklarına yetişsin, onları tartsın, çözsün ve anlasın... Hepsinden kendine verilen payı öğrensin... İşte o zaman sükûnet bulup, gerçekten dinlenmiş olmanın tatlı huzurunu hissedeceğiz...
BANU YAŞAR
Psikolog/Psikoterapist

19 Şubat 2014 Çarşamba

GEMİ LİMANDAYKEN


Epiktetos binlerce yıl öncesinden konuşuyor: "Bir gemiyle yolculuk ettiğini ve o geminin geçi­ci olarak bir limana demirle­diğini düşün. Su almak için gemiden ayrıldığında istiridye ya da çiçek soğanı toplama­ya koyulabilirsin. Ancak bir gözün daima gemide ve bir kulağın da kaptanın çağrısın­da olsun.
Demir alındığı zaman, kendilerine bağlı olmadığın o şeylerin hepsini bir kena­ra bırakmak ve kuzu kuzu gemiye binmek zorunda kalacaksın.
İşte hayat da böyledir; isti­ridye ve çiçek soğanı yerine bir eş ve çocuk verir sana, gider­ken onları da yanında götürmek istersin. Ancak kaptan çağırdığı anda, gemiye koşman ve onları ardına bile bakmadan bırakıp hepsinden ayrılman gerekir. Hele bir de yaşlıysan, hızlı dav­ranamayacağını düşün gemiden fazla uzaklaşmayı aklından bile geçirme. Çünkü bir ayağı çukur­da olan kişilerin akıllanmak için fazla vakitleri yoktur." (Epikte- tos, Kılavuz Kitap, Şule Y. İst. 2009, s. 32).
Epiktetos, böyle bir şeydir hayat, diyor.
Belki şöyle bir şeydir de hayat: gemiden ayrılmışsın ve kapta­nın seni çağıracağı vakte bir vade tanınmıştır. Ancak yolcu, baştan, o vadenin ne zaman dolacağını bilmi­yor. Kaptanın demir alacağı zaman önceden bilinmiyor.
Yolcu, çerçöple oyalanıyor. O oyalanırken geminin çanı çalı­yor ya da sireni ötmeye başlı­yor. Karada oyalanmakta olan yolcunun hiçbir seçeneği kal­mamıştır. Artık oyalanamaz. Artık çoluk çocuğu ile bile vakit geçirmesi imkânsıza düşmüştür. Bir an önce gemiye dönmesi gerekiyor.
Dönmediği takdirde ne olur?
Gerçi hayat böyle bir alma­şığa asla şans tanımıyor. Yolcu gemiye dönmek zorundadır. Ama diyelim ki, dönmedi, ne olacak? O bilinmedik limanda, • o, kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu tanımadığı, kimseden yardım umması beklenmeyen o kıstırılmış limanda kalma­nın bedelini hayatıyla, hayatını heder ederek ödeyecektir.
Şimdi, düşün ki, liman­dasın ve geminin sireni az sonra ötecek.
Sana belli bir vade tanınmış.
Sen o vadede yapaca­ğın her neyse onu yapmak zorundasın.
En zorunlu saydığın şey her ne ise onu kotarmak zorunda­sın. Belki çerçöple de oyalana­bilirsin. Ancak siren çaldığında, yapıp etmen her ne ise kazan­cın ondan ibaret kalacaktır.
Limanda bekliyorsun ve az sonra sirenin sesini işiteceksin.
O sesi işittiğin âna kadar evet'le hayır arasında gerili duran, o, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünün üstün­de durmuş beliyorsun. Köprü­nün yüzünü çevirdiğin istikamet­te kurtuluşun için evet yazıyor. "Hayır" ters istikamette duru­yor. Ve sen ikisinden birini seç­mek zorundasın. "Evet-hayır" seçeneğine yani abese, böy­lesi abes seçeneğe yer bırakıl­mamış...
Hayatta asla geriye dönüş yoktur. Sirenin sesini işittiğin anda onun seni çağırdığı istikamete doğru "Belî" diyerek yol almak zorun­dasın. Düşün ki, sırat köp­rüsünün üstündesin, orada bekliyorsun. Sirenin sesine boyun eğmediğin takdirde köprüden aşağıya yuvarlan­mak mukadderdir.
Yazık ki, yolcuya o esnada kendinden başka yardım edebi­lecek kimse yoktur. Orada, bir başına, yalnız, yardımsız bekle­mektedir. Kendi feraseti ve basiretiyle baş başa kalmış olarak...

Rasim Özdenören

10 Şubat 2014 Pazartesi

EĞİTİM MÜFREDATIMIZDA Kİ ORMAN KANUNU



Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar vermişler. Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılanbalığı yönetim kurulunu oluşturmuşlar.
Tavşan,    müfredatta 'koşma'nın bulunmasını iste­miş. Kuş, 'uçma'nın, balık 'yüzme'nin, sincap 'ağaca tırmanma'nın, mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerekti­ğini savunmuşlar. Ardından bir müfredat programı yapılmış ve bütün hayvanlar bu dersleri gör­meye başlamışlar.
Tavşanlar koşu dersinden A almasına rağmen, ağaca tır­manmak onlar için çok ciddi bir sorun olup sürekli kafa üstü düşüyorlarmış. Bir süre sonra beyinleri hasar gördüğü için, koşuda eskisi gibi A almak yerine, C almaya başlamışlar. Ağaca tırmanmakta da yine zayıf nota talim etmişler.
Kuşlar, uçmada çok başarılılarmış; ancak sıra toprak kaz­maya geldiği zaman o kadar başarılı olamıyor, sürekli gagala­rını ve kanatlarını kırıyorlarmış. Bir süre sonra toprak kazma notları hâlâ F kalmasına rağ­men, uçma notları da C'ye düş­müş. Ayrıca ağaca tırmanmada da zayıf not alıyorlarmış.
Sonuçta sınıf birincisi kim olmuş dersiniz? Elbette her yap­tığını yarım yamalak yapabilen yılan balığı... Ancak eğitimciler bu sonuçtan çok mutlularmış, çünkü herkes bütün dersleri görüyormuş. Sonra da buna "geniş tabanlı eğitim sistemi" demişler."1
Bu hikâye aslında mer­kezden idare edilen ve gerçek ihtiyaçlarla örtüşmeyen eğitim yapımızı o kadar güzel anlatıyor ki...
Peki, neden gerek öğretmen olsun, gerek öğrenci olsun, hatta mahalli yetkililer, hatta velinin bile ders seçme hakkı ve özgürlüğü yok? Neden öğreti­leceklerin listesi ve muhtevası, hep merkezden "bir dayatma" şeklinde uygulanıyor?
Bu sebebi olarak kısaca şun­ları söyleyebiliriz:
Çünkü Eğitim sistemimiz güvensizlik üzerine kurulu. Eğitimde kendi değer ve dina­miklerimiz göz ardı ediliyor ve yabancıdan-batıdan- çözüm ara­mayı adet edinmiş bir anlayış var. Bu durum, öğrenmenin ve gerçek eğitimin önündeki en büyük bir engeli teşkil ettiği gibi, kendine güvenli ve kimlikli insan yetiştirme zaafiyeti ortaya çıkarmaktadır.
Allah, insanların gene­tik kodlarına iyi ve güzeli bulmayı koyduğu, üstelik bir de insanı öğrenme meka­nizması ile donatmış olarak yarattığı gerçeğinden bihabe­riz. Hâlbuki insan yaratılışça güzele ve iyiye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Öncelikle eğitim yapımıza hâkim olan "İnsan kötüye eğilimlidir; onu ancak biz şekillendirerek koruyabiliriz" anlayışından sıyrılmak elzemdir. Ve eğitimde, öğrencinin kendi öğrenme profiline uygun, kendi ihtiyaçlarını kendisinin keşfet­mesine fırsat veren bir ortamda sunmanın yollarını açmak gere­kir. Eğitimci kesinlikle öğretme konumunda kalmayacak; bu modelde öğretmen, ders arka­daşı konumunda olacak ve üre­ticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber olacaktır.
Kaynak: 1-OSHO'nun 'Sezgi' kitabın­dan uyarlanmıştır.
Prof. Dr. Osman Çakmak

7 Şubat 2014 Cuma

HARAMA BAKMA UNUTURSUN

Asırlardır İslâm âlimleri harama bak­manın hafızayı zaafa uğrattığını ve unutkanlığa sebep olduğunu söylüyor, insanları ikaz ediyorlar. Yapı­lan bilimsel araştırmalarla da bu uyarının ne kadar hakikat olduğu anlaşıldı.
Peygamber Efendimiz (sav) "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur" buyurmuş­tur. Bediüzzaman Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yay­gınlaşan açık saçıklığın unutkan­lık hastalığını daha da artıracağı­nı dile getirmiştir.
"Ehl-i İslâm'da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücu­dunda su-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olup ondan kuvve-i hafızaya zaaf gelir." (Bediüzza­man, Kastamonu Lahikası)
Bu konuda İngiltere'de yapılan araştırmada1 erkeklerin ömürlerinin ortalama bir yılında yabancı kadınlara baktıkları ortaya çıktı. Eğlence yerlerinde ve süpermar- ketlerde yaşlan 18 ile 50 arasın­da değişen 3 bin kişi üzerinde yapılan ankete göre, erkek bir gününün 43 dakikasını, toplan­dığı zaman1 yılının 258 saatini, yani 11 gününü namahreme bakarak geçiriyor. Kadınlar sayı ve süre olarak daha az olsa da bir günde namahreme bakış süresi 20 dakikayı buluyor.
Kodak Lens Vision Merkezi'nden Mark İreland, "Erkekler ömürlerinin bir yılını karşı cinse bakarak geçiriyorlar. İşin ilginç yanı, erkekler bunun için ellerindeki işi bırakabiliyor" şeklinde konuşuyor.
Dünya bu araştırmanın sonuçlarını tartışırken "Jour­nal of Experimental and Soci- al Psychology" dergisinde bir yenisi yayınlandı.2 Bu araştır­mada, etkilendikleri kadınlarla birkaç dakikalık sohbet eden erkeklerin, hemen sonra girdik­leri beyin fonksiyonlarını ölçme testinde kötü performans ser­giledikleri ortaya çıktı. Erkeğin kadından etkilenme oranı ne kadar artarsa performansı da o kadar düşüyor.
Kadın ve erkeklerin beraber çalıştıkları işyerinde performans da olumsuz etkileniyor. Yine bu durumun karma eğitim yapı­lan okullarda öğrencilerin sınav sonuçlarını ve başarılarını da düşürdüğü tespit edildi.
Hollanda'da yapılan bir araştırma3 yukarı­daki sonuçlan destekler mahiyette sonuçlanmış. Radboud Üniversitesi'nin psikiyatristleri tarafından gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre; cazibeli bir kadınla konuştuklarında' erkekler olumsuz etkileni­yor. İşyerinde kadınlarla birkaç dakikalık sohbet bile erkekle­rin masalarına dönüp işlerine devam ettiklerinde verimlilikleri­ni düşürüyor.
Bilim adamları bunun sebebi olarak erkeklerin beyin fonksiyonlarının büyük bir bölümünü karşılarındaki kadını etkilemek için kullandıklarına ve bu yüz­den işlerine yeterince enerjileri kalmadığına bağlıyor. Araştır­macılar ayrıca bunun sadece şir­ketlerde değil, karma okullarda da eğitimi olumsuz etkilediğini söylüyorlar. Bununla beraber aynı araştırma, kadınlarda böyle bir etkinin olmadığını gösteri­yor.
Gerçekten açık saçık kadın­lara nazar etmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Bu da kon­santrasyon bozukluğu, zihni toparlayamama ve unutkanlığa sebep oluyor. Asırlardır İslâm âlimlerinin ikazı artık bilim çev­relerinde de dile getiriliyor.
Kaynaklar:
1-Taraf      : 6.08. 2009
2-Ulaşım   : www.netgazete.com
3-Taraf      :5.09.2009

Prof. Dr. Sefa Saygılı

PaidVerts
my space statistics