Epiktetos binlerce yıl öncesinden konuşuyor:
"Bir gemiyle yolculuk ettiğini ve o geminin geçici olarak bir limana
demirlediğini düşün. Su almak için gemiden ayrıldığında istiridye ya da çiçek
soğanı toplamaya koyulabilirsin. Ancak bir gözün daima gemide ve bir kulağın
da kaptanın çağrısında olsun.
Demir alındığı zaman, kendilerine bağlı olmadığın o
şeylerin hepsini bir kenara bırakmak ve kuzu kuzu gemiye binmek zorunda
kalacaksın.
İşte hayat da böyledir; istiridye ve çiçek soğanı
yerine bir eş ve çocuk verir sana, giderken onları da yanında götürmek
istersin. Ancak kaptan çağırdığı anda, gemiye koşman ve onları ardına bile
bakmadan bırakıp hepsinden ayrılman gerekir. Hele bir de yaşlıysan, hızlı davranamayacağını
düşün gemiden fazla uzaklaşmayı aklından bile geçirme. Çünkü bir ayağı çukurda
olan kişilerin akıllanmak için fazla vakitleri yoktur." (Epikte- tos,
Kılavuz Kitap, Şule Y. İst. 2009, s. 32).
Epiktetos, böyle bir şeydir hayat, diyor.
Belki şöyle bir şeydir de hayat: gemiden ayrılmışsın
ve kaptanın seni çağıracağı vakte bir vade tanınmıştır. Ancak yolcu, baştan, o
vadenin ne zaman dolacağını bilmiyor. Kaptanın demir alacağı zaman önceden
bilinmiyor.
Yolcu, çerçöple oyalanıyor. O oyalanırken geminin
çanı çalıyor ya da sireni ötmeye başlıyor. Karada oyalanmakta olan yolcunun
hiçbir seçeneği kalmamıştır. Artık oyalanamaz. Artık çoluk çocuğu ile bile
vakit geçirmesi imkânsıza düşmüştür. Bir an önce gemiye dönmesi gerekiyor.
Dönmediği takdirde ne olur?
Gerçi hayat böyle bir almaşığa asla şans tanımıyor.
Yolcu gemiye dönmek zorundadır. Ama diyelim ki, dönmedi, ne olacak? O
bilinmedik limanda, • o, kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu tanımadığı,
kimseden yardım umması beklenmeyen o kıstırılmış limanda kalmanın bedelini
hayatıyla, hayatını heder ederek ödeyecektir.
Şimdi, düşün ki, limandasın ve geminin sireni az sonra
ötecek.
Sana belli bir vade tanınmış.
Sen o vadede yapacağın her neyse onu yapmak
zorundasın.
En zorunlu saydığın şey her ne ise onu kotarmak
zorundasın. Belki çerçöple de oyalanabilirsin. Ancak siren çaldığında, yapıp
etmen her ne ise kazancın ondan ibaret kalacaktır.
Limanda bekliyorsun ve az sonra sirenin sesini
işiteceksin.
O sesi işittiğin âna kadar evet'le hayır arasında
gerili duran, o, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünün üstünde durmuş
beliyorsun. Köprünün yüzünü çevirdiğin istikamette kurtuluşun için evet
yazıyor. "Hayır" ters istikamette duruyor. Ve sen ikisinden birini
seçmek zorundasın. "Evet-hayır" seçeneğine yani abese, böylesi abes
seçeneğe yer bırakılmamış...
Hayatta asla geriye dönüş yoktur. Sirenin sesini
işittiğin anda onun seni çağırdığı istikamete doğru "Belî" diyerek
yol almak zorundasın. Düşün ki, sırat köprüsünün üstündesin, orada
bekliyorsun. Sirenin sesine boyun eğmediğin takdirde köprüden aşağıya yuvarlanmak
mukadderdir.
Yazık ki, yolcuya o esnada kendinden başka yardım
edebilecek kimse yoktur. Orada, bir başına, yalnız, yardımsız beklemektedir.
Kendi feraseti ve basiretiyle baş başa kalmış olarak...
Rasim Özdenören
0 yorum:
Yorum Gönder