Kızılderili sözlerini ve hikâyelerini hep sevmişimdir. Onlardan bir tanesinde şöyle anlatılır:
Bir dağ yolcuğunda birkaç Kızılderili, beyaz adama eşlik etmektedir. Yolculuk zorludur. Beyaz adam beklemeyi istemediği
için, hemen zirveye ulaşmak ister. Hedefe odaklanmıştır. Kızılderililer
ise biraz tırmandıktan sonra oturup geldikleri yöne doğru bakarlar.
Beyaz adam tekrarlanan bu durumun yolunu yavaşlattığını düşünür. Anlam
veremez ve sorar:
"Neden iki de bir durup oturuyorsunuz?"
Kızılderilinin verdiği cevap, ruhunu dinlendirip, yaşadıklarını demlendirmeye çalışan herkes için bir cevap sunar.
"Çok hızlı hareket ettiğimizde ruhumuz gerilerde kalır, arada bir durup onun gelmesini bekliyoruz" der.
Yaşadığımız hayat tam bir uyaran bombardımanı... Sürekli bir şeyler
görüp, bir şeyler duyuyoruz. Haberler, internet, insanların
söyledikleri, otobüste, vapurda yanımızdakinin konuştukları, okudukları,
sürekli çalan telefon ve televizyon... Kulağımıza bağıran ve fısıldayan
her şeyi eleyecek, susturacak ve dinlendirecek bir zamana ihtiyacımız
var. Tüm yaşadıklarımızı ve bize öğretilmek istenen, yaşarken anlamamız
murat edilen her şeyi fark etmek için bir mola vermek gerekiyor.
Yeniden kalabalığın ve keşmekeşin içine girmeden, seyretmek ve
seyredilmek arzusundan, görmek ve görülmek hevesinden vazgeçip kendinle
baş başa kalabildiğin, sessizliğin sesini dinleyerek demlenerek
dinlendiğin bir tatile gitmek... Bir tatili yaşamak...
Kişisel
gelişim kitapları bize her zaman hedefe odaklanmamızı öğütledi. Bu bilgi
o kadar işledi ki içimize, süreci unuttuk, süreçte öğrenmeyi unuttuk.
Kadim öğretilerde sonuca göz dikilmez, yolda yürüyüşün kadar, geride
yaşadıklarınla da helalleşmen öğütlenir. Batıya dair söylemlerde hedef
ve onun getireceği hazza odaklanılır. Beklemeye razı olmayan, bir
lezzetin peşinde geride bıraktıklarına ve kırıp döktüklerine bakmadan,
hesaplaşıp helalleşmeden koşarak devam etmek... Yaşadıklarından geriye
sana ne kaldı? Ruhun neleri bekledi, neler öğrendi, hangi sorusuna hangi
cevaplan buldu, kendi unuttuklarını ona hatırlatanı fark edebildi mi?
Biz her şey yanından gittiğinde, yüreğiyle ve onun sahibiyle baş başa
kalan bir Peygamberin ümmetiyiz. O içiyle hesaplaşan, onunla konuşan,
yaşadıklarını anlamak, onları doğru okumak ve devam edebilmek için
yavaşlayan, ruhunu bekleyen bir insandı. Hedefi belliydi, ama o yoldaki
işaretleri doğru okumaya çalışırdı. Yolda karşılaştıklarını atlayıp
geçmezdi, onları ve onlarla yaşadıklarını önemserdi. Yolda yaşadığı her
şeyi anlayabilmek için durur beklerdi. Yüreğinde demlendirmeden de
söylemezdi.
Biz de bu fevri halimizden vazgeçmeliyiz... Bir çayın
tadının gelmesi için yavaş yavaş demlenmesi gerektiği gibi, biz de
yavaşlamalıyız... Hayattan vazgeçmeden, ona da kapılmadan,
sürüklenmeden, içimizdeki hıza bir dur deyip, frene basıp öyle bir tatil
yapalım... Yaşadığımız, gördüğümüz ve duyduğumuz her şey yerine
otursun... Ayıklansın, temizlensin, tasnif edilsin, demlenmek için bir
taşım kaynama süresinden sonra biraz daha beklesin... Ruhumuz tüm
yaşadıklarına yetişsin, onları tartsın, çözsün ve anlasın... Hepsinden
kendine verilen payı öğrensin... İşte o zaman sükûnet bulup, gerçekten
dinlenmiş olmanın tatlı huzurunu hissedeceğiz...
BANU YAŞAR
Psikolog/Psikoterapist
24 Şubat 2014 Pazartesi
DİNLENMEK Mİ, DEMLENMEK Mİ?
19 Şubat 2014 Çarşamba
GEMİ LİMANDAYKEN
Epiktetos binlerce yıl öncesinden konuşuyor:
"Bir gemiyle yolculuk ettiğini ve o geminin geçici olarak bir limana
demirlediğini düşün. Su almak için gemiden ayrıldığında istiridye ya da çiçek
soğanı toplamaya koyulabilirsin. Ancak bir gözün daima gemide ve bir kulağın
da kaptanın çağrısında olsun.
Demir alındığı zaman, kendilerine bağlı olmadığın o
şeylerin hepsini bir kenara bırakmak ve kuzu kuzu gemiye binmek zorunda
kalacaksın.
İşte hayat da böyledir; istiridye ve çiçek soğanı
yerine bir eş ve çocuk verir sana, giderken onları da yanında götürmek
istersin. Ancak kaptan çağırdığı anda, gemiye koşman ve onları ardına bile
bakmadan bırakıp hepsinden ayrılman gerekir. Hele bir de yaşlıysan, hızlı davranamayacağını
düşün gemiden fazla uzaklaşmayı aklından bile geçirme. Çünkü bir ayağı çukurda
olan kişilerin akıllanmak için fazla vakitleri yoktur." (Epikte- tos,
Kılavuz Kitap, Şule Y. İst. 2009, s. 32).
Epiktetos, böyle bir şeydir hayat, diyor.
Belki şöyle bir şeydir de hayat: gemiden ayrılmışsın
ve kaptanın seni çağıracağı vakte bir vade tanınmıştır. Ancak yolcu, baştan, o
vadenin ne zaman dolacağını bilmiyor. Kaptanın demir alacağı zaman önceden
bilinmiyor.
Yolcu, çerçöple oyalanıyor. O oyalanırken geminin
çanı çalıyor ya da sireni ötmeye başlıyor. Karada oyalanmakta olan yolcunun
hiçbir seçeneği kalmamıştır. Artık oyalanamaz. Artık çoluk çocuğu ile bile
vakit geçirmesi imkânsıza düşmüştür. Bir an önce gemiye dönmesi gerekiyor.
Dönmediği takdirde ne olur?
Gerçi hayat böyle bir almaşığa asla şans tanımıyor.
Yolcu gemiye dönmek zorundadır. Ama diyelim ki, dönmedi, ne olacak? O
bilinmedik limanda, • o, kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu tanımadığı,
kimseden yardım umması beklenmeyen o kıstırılmış limanda kalmanın bedelini
hayatıyla, hayatını heder ederek ödeyecektir.
Şimdi, düşün ki, limandasın ve geminin sireni az sonra
ötecek.
Sana belli bir vade tanınmış.
Sen o vadede yapacağın her neyse onu yapmak
zorundasın.
En zorunlu saydığın şey her ne ise onu kotarmak
zorundasın. Belki çerçöple de oyalanabilirsin. Ancak siren çaldığında, yapıp
etmen her ne ise kazancın ondan ibaret kalacaktır.
Limanda bekliyorsun ve az sonra sirenin sesini
işiteceksin.
O sesi işittiğin âna kadar evet'le hayır arasında
gerili duran, o, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünün üstünde durmuş
beliyorsun. Köprünün yüzünü çevirdiğin istikamette kurtuluşun için evet
yazıyor. "Hayır" ters istikamette duruyor. Ve sen ikisinden birini
seçmek zorundasın. "Evet-hayır" seçeneğine yani abese, böylesi abes
seçeneğe yer bırakılmamış...
Hayatta asla geriye dönüş yoktur. Sirenin sesini
işittiğin anda onun seni çağırdığı istikamete doğru "Belî" diyerek
yol almak zorundasın. Düşün ki, sırat köprüsünün üstündesin, orada
bekliyorsun. Sirenin sesine boyun eğmediğin takdirde köprüden aşağıya yuvarlanmak
mukadderdir.
Yazık ki, yolcuya o esnada kendinden başka yardım
edebilecek kimse yoktur. Orada, bir başına, yalnız, yardımsız beklemektedir.
Kendi feraseti ve basiretiyle baş başa kalmış olarak...
Rasim Özdenören
10 Şubat 2014 Pazartesi
EĞİTİM MÜFREDATIMIZDA Kİ ORMAN KANUNU
Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul
açmaya karar vermişler. Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve
yılanbalığı yönetim kurulunu oluşturmuşlar.
Tavşan, müfredatta
'koşma'nın bulunmasını istemiş. Kuş, 'uçma'nın, balık 'yüzme'nin, sincap
'ağaca tırmanma'nın, mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini
savunmuşlar. Ardından bir müfredat programı yapılmış ve bütün hayvanlar bu
dersleri görmeye başlamışlar.
Tavşanlar koşu dersinden A almasına rağmen, ağaca tırmanmak
onlar için çok ciddi bir sorun olup sürekli kafa üstü düşüyorlarmış. Bir süre
sonra beyinleri hasar gördüğü için, koşuda eskisi gibi A almak yerine, C almaya
başlamışlar. Ağaca tırmanmakta da yine zayıf nota talim etmişler.
Kuşlar, uçmada çok başarılılarmış; ancak sıra toprak
kazmaya geldiği zaman o kadar başarılı olamıyor, sürekli gagalarını ve
kanatlarını kırıyorlarmış. Bir süre sonra toprak kazma notları hâlâ F kalmasına
rağmen, uçma notları da C'ye düşmüş. Ayrıca ağaca tırmanmada da zayıf not
alıyorlarmış.
Sonuçta sınıf birincisi kim olmuş dersiniz? Elbette
her yaptığını yarım yamalak yapabilen yılan balığı... Ancak eğitimciler bu
sonuçtan çok mutlularmış, çünkü herkes bütün dersleri görüyormuş. Sonra da buna
"geniş tabanlı eğitim sistemi" demişler."1
Bu hikâye aslında merkezden idare edilen ve gerçek
ihtiyaçlarla örtüşmeyen eğitim yapımızı o kadar güzel anlatıyor ki...
Peki, neden gerek öğretmen olsun, gerek öğrenci olsun,
hatta mahalli yetkililer, hatta velinin bile ders seçme hakkı ve özgürlüğü yok?
Neden öğretileceklerin listesi ve muhtevası, hep merkezden "bir
dayatma" şeklinde uygulanıyor?
Bu sebebi olarak kısaca şunları söyleyebiliriz:
Çünkü Eğitim sistemimiz güvensizlik üzerine kurulu.
Eğitimde kendi değer ve dinamiklerimiz göz ardı ediliyor ve
yabancıdan-batıdan- çözüm aramayı adet edinmiş bir anlayış var. Bu durum,
öğrenmenin ve gerçek eğitimin önündeki en büyük bir engeli teşkil ettiği gibi,
kendine güvenli ve kimlikli insan yetiştirme zaafiyeti ortaya çıkarmaktadır.
Allah, insanların genetik kodlarına iyi ve güzeli
bulmayı koyduğu, üstelik bir de insanı öğrenme mekanizması ile donatmış olarak
yarattığı gerçeğinden bihaberiz. Hâlbuki insan yaratılışça güzele ve iyiye kabiliyetli
olarak yaratılmıştır. Öncelikle eğitim yapımıza hâkim olan "İnsan kötüye
eğilimlidir; onu ancak biz şekillendirerek koruyabiliriz" anlayışından
sıyrılmak elzemdir. Ve eğitimde, öğrencinin kendi öğrenme profiline uygun,
kendi ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine fırsat veren bir ortamda sunmanın
yollarını açmak gerekir. Eğitimci kesinlikle öğretme konumunda kalmayacak; bu
modelde öğretmen, ders arkadaşı konumunda olacak ve üreticiliği,
yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber olacaktır.
Kaynak: 1-OSHO'nun 'Sezgi' kitabından uyarlanmıştır.
Prof. Dr. Osman Çakmak
7 Şubat 2014 Cuma
HARAMA BAKMA UNUTURSUN
Asırlardır İslâm âlimleri harama bakmanın hafızayı
zaafa uğrattığını ve unutkanlığa sebep olduğunu söylüyor, insanları ikaz
ediyorlar. Yapılan bilimsel araştırmalarla da bu uyarının ne kadar hakikat
olduğu anlaşıldı.
Peygamber Efendimiz
(sav) "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur" buyurmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık
saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da artıracağını dile getirmiştir.
"Ehl-i İslâm'da
nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücudunda su-i
istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olup ondan kuvve-i
hafızaya zaaf gelir." (Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası)
Bu konuda İngiltere'de yapılan araştırmada1 erkeklerin ömürlerinin
ortalama bir yılında yabancı kadınlara baktıkları ortaya çıktı. Eğlence
yerlerinde ve süpermar- ketlerde yaşlan 18 ile 50 arasında değişen 3 bin kişi
üzerinde yapılan ankete göre, erkek bir gününün 43 dakikasını, toplandığı
zaman1 yılının 258 saatini, yani 11 gününü namahreme bakarak geçiriyor.
Kadınlar sayı ve süre olarak daha az olsa da bir günde namahreme bakış süresi
20 dakikayı buluyor.
Kodak Lens Vision
Merkezi'nden Mark İreland, "Erkekler ömürlerinin bir yılını karşı cinse
bakarak geçiriyorlar. İşin ilginç yanı, erkekler bunun için ellerindeki işi
bırakabiliyor" şeklinde konuşuyor.
Dünya bu araştırmanın
sonuçlarını tartışırken "Journal of Experimental and Soci- al
Psychology" dergisinde bir yenisi yayınlandı.2 Bu araştırmada,
etkilendikleri kadınlarla birkaç dakikalık sohbet eden erkeklerin, hemen sonra
girdikleri beyin fonksiyonlarını ölçme testinde kötü performans sergiledikleri
ortaya çıktı. Erkeğin kadından etkilenme oranı ne kadar artarsa performansı da
o kadar düşüyor.
Kadın ve erkeklerin
beraber çalıştıkları işyerinde performans da olumsuz etkileniyor. Yine bu
durumun karma eğitim yapılan okullarda öğrencilerin sınav sonuçlarını ve
başarılarını da düşürdüğü tespit edildi.
Hollanda'da yapılan bir araştırma3 yukarıdaki sonuçlan
destekler mahiyette sonuçlanmış. Radboud Üniversitesi'nin psikiyatristleri
tarafından gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre; cazibeli bir kadınla
konuştuklarında' erkekler olumsuz etkileniyor. İşyerinde kadınlarla birkaç
dakikalık sohbet bile erkeklerin masalarına dönüp işlerine devam ettiklerinde
verimliliklerini düşürüyor.
Bilim adamları bunun
sebebi olarak erkeklerin beyin fonksiyonlarının büyük bir bölümünü karşılarındaki
kadını etkilemek için kullandıklarına ve bu yüzden işlerine yeterince
enerjileri kalmadığına bağlıyor. Araştırmacılar ayrıca bunun sadece şirketlerde
değil, karma okullarda da eğitimi olumsuz etkilediğini söylüyorlar. Bununla
beraber aynı araştırma, kadınlarda böyle bir etkinin olmadığını gösteriyor.
Gerçekten açık saçık
kadınlara nazar etmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Bu da konsantrasyon
bozukluğu, zihni toparlayamama ve unutkanlığa sebep oluyor. Asırlardır İslâm
âlimlerinin ikazı artık bilim çevrelerinde de dile getiriliyor.
Kaynaklar:
1-Taraf : 6.08. 2009
2-Ulaşım : www.netgazete.com
3-Taraf :5.09.2009
Prof. Dr. Sefa Saygılı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)